Ana içeriğe atla

Osman Turan ve Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi

Arif Keskin


Osman Turan’ın Türk milliyetçiliğinin düşünsel gelişiminde, Ziya Gökalp veya Yusuf. Akçura gibi belirleyici olmasa da, kendine özgü bir rolü vardır. Türk milliyetçiliği içinde Turan’ın bu özgünlüğü, bir taraftan Türk cihan hakimiyeti düşüncesine tarihsel, kültürel, toplumsal ve felsefi temeller araması, diğer taraftan da genellikle toplum ve tarihe, özellikle de Türk tarih ve toplumuna dinsel bir çerçeveden bakmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. Turan’ın toplum ve tarihe dinsel yaklaşımı, onun Türk milliyetçiliği içindeki milliyet-muhafazakar geleneğin en tipik ve olgun örneği noktasına getirmektedir.  Elinizdeki çalışmanın hedefi Osman Turan’ın milliyetçi-muhafazakar portresinin genel hatları ile betimlemeye yöneliktir. Bu doğrultuda, Turan’ın hayatına genel bakışının ardından onun Türk cihan hakimiyeti mefkuresi, tarih, din, laiklik ve topluma dair görüşleri incelenecektir.


Osman Turan’ın yaşamı


Osman Turan, 1914 yılında Trabzon'un Çaykara ilçesine bağlı Soğanlı köyünde ailesinin 3. çocuğu olarak doğdu. Soyu, Koronoğulları ailesinden gelmektedir. (Kozan, 2010:17) İlkokulu Çaykara'da, ortaokulu ailesinin taşındığı Bayburt'ta okudu. Liseyi ise Trabzon'da başlayıp 1935 yılında, Ankara Erkek Lisesi'nde bitirdi. Turan, üniversite tahsiline, 1935’de  DTCF’nin Tarih bölümünde Fuat Köprülü'nün ilk öğrencileri arasında yer alarak başladı. 1940 yılında DTCF'nden mezun olan Osman Turan, Köprülü'nün yanında asistan oldu ve “12 Hayvanlı Türk Takvimi” adlı teziyle doktor unvanını kazandı. 1943 yılında “Orta Zamanlar Türk Devletlerinde Türkçe Unvanlar” isimli çalışmasıyla doçent oldu.  


Osman Turan ilk üniversite yıllarından siyasete atılmış ve dönemin sol hareketi karşısında yer almıştır. Bu faaliyetleri nedeni ile sekiz ay üniversiteden uzaklaştırılmıştır. (Kozan, 2010.38) Turan’ın daha aktif siyasi hayatı 1954 yılında Trabzon'dan milletvekili olması ile başlar. Turan bir taraftan hemşerilerinin isteği (Kozan, 2010) diğer taraftan Adnan Menderes’ten Milli Eğitim Bakanlığı sözünü aldığı için siyasete girmiştir.( Kozan, 2010:38)


Osman Turan milletvekilliği görevinin yanı sıra Türk Ocakları’nda da faaliyet göstermekteydi. 1956’da Ankara Türk Ocakları başkanı oldu. Aynı yılın sonunda Nihal Atsız’ın yardımıyla tanıştığı Sultan II. Abdülhamit Hân’ın torunu olan Emine Satıa Hanım Sultan ile evlendi. Türk Ocakları Genel merkezinin Ankara'ya taşınması üzerine, 1959'dan yapılan büyük kurultayda Türk Ocakları Genel Başkanı oldu. Osman Turan’ın Demokrat Parti milletvekilliği 27 Mayıs 1960'a kadar sürdü. 27 Mayıs İhtilaliyle beraber tutuklanarak Yassıada'ya kapatıldı. On altı ayı aşkın bir süre tutuklu kaldıktan sonra beraat etti. Tutukluluğu kalkınca o sıralar kurulan Adalet Partisi'ne girdi ve 1964'te Adalet Partisi Genel Başkan Yardımcısı oldu. 1965 seçimlerinde Trabzon milletvekili seçildi. 1966’da Hamdullah Suphi Tanrıöver'in ölümü üzerine yapılan kurultayda ise yeniden Türk Ocakları Genel Başkanlığı’na seçildi. Osman Turan, Adalet Partisi’nde Genel Başkan Yardımcılığı'na kadar yükselmesine rağmen parti yöneticileriyle fikri ayrılıklar içerisindeydi. Nihayet, Osman Yüksel Serdengeçti ile birlikte AP’den ayrıldı ve 12 Ekim1969 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerinde Trabzon’da MHP listesinde ilk sıradan aday oldu. Ancak seçimlerdeki başarısızlığının ardından siyasetten kesin olarak çekildi. Osman Turan,  17 Ocak 1978 tarihinde İstanbul’daki evinde dünyaya gözlerini yummuştur.


Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi


Osman Turan, Türk milliyetçiliğinin tarihî biçimini Türk cihan hakimiyeti ülküsü olarak tanımlamıştır. Onun Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi  ve “nizâm-ı âlem” kavramı, zaman zaman yanlış anlamalara yol açsa da, 1960’lardan günümüze kadar hem kültürel hem de siyasal alanda Türk milliyetçileri üzerinde derin bir etki bırakmıştır. (Yücel, 2008:36) Osman Turan’ın Nizam-ı alem tezi tarih, din ve toplum hakkındaki görüşleri esasında şekillenmiştir. Turan’ın Türk cihan hakimiyeti mefkuresine girmeden önce, bu kavramlara yönelik düşüncelerinin izlenmesi yararlı olacaktır.


Osman Turan’ın insan, toplum, siyaset ve tarihi çözümlemelerinin temelini ruh ve beden dengesi metaforu oluşturmaktadır. Turan’a göre insanın mutluluğu ruh ve beden dengesinin ortaya çıkmasıysa, devletin olgunluğu ve milletlerin yükselişinin kaynağını da bu dengedir. “İnsanoğlu ruh ve madde gibi iki esas unsurdan müteşekkil olduğuna ve diğer yaratıklardan bu hüviyeti ile mümtaz olduğuna göre onun sıhhat ve saadeti ancak bu iki menşee bağlı kuvvet ve ihtiyaçlar arasındaki bir muvazene ile mümkündür.”(Turan, 2005:51) Osman Turan’a göre tarihe bakıldığında insanda madde ve ruh muvazenesinde dengenin her zaman maddenin lehinde olduğu görülmüştür. Peygamberlerin, ve düşünürlerin çabası ise dengeyi ruhun lehine değiştirmeye yönelik olmuştur. Turan bu madde ve ruh çekişmesini bir az daha ileri götürerek kainatın en önemli kanunu gibi sunmaktadır.. Turan; “Zaten atomdan kainata, küçük alemden (mikrokosmos) büyük aleme (makrokosmos) kadar büyük cihanşümul nizamın bir çekme ve itme kuvvetleri muvazenensin ilahi bir ahengini teşkil etmiyor mu?” der. (Turan, 2005:52)Bu görüşe göre, insan kendisini maddenin yönlendirici gücüne bırakırsa aklını bir şer aleti olmaktan kurtaramaz. Dolaysıyla manevi değerlerin sarsılması ve bunun da sonucu olarak ferdin ve toplumun zayıflaması ve çöküşü ile karşılaşılabilir. Ruh ve madde muvazenesinin, Turan’ın toplumsal ve tarihsel bakışı açısının kilit mefhumlarından olduğunu söyleyebiliriz. Zira toplumların sadece çöküşünü değil onların yükselişinin temelinde de ruh ve madde muvazenesinin oluşumunu görmektedir. Nitekim, Türklerin cihan hakimiyeti mefkuresini benimsemesinin nedenini ve Türklerin tarihsel başarılarını bu muvazeneye dayanarak yorumlamaktadır. Türk nizâm-ı âlemi bu muvazenenin neticesi olduğu gibi aynı zamanda bu dengenin koruyucusudur. 

Ruh ve madde muvazenesi düşüncesinin yanı sıra Osman Turan’ın yaklaşımının diğer bir temelinin de seçkincilik olduğunu söyleyebiliriz. Turan, toplumların yükseliş ve düşüşlerini, o toplumun seçkinlerinin durumuna da bağlı olarak yorumlamaktadır. Toplumların yükselişinin, seçkinlerin mefkûre/ülkü üretmesi ve halkı peşinden sürüklemesi ile mümkün olacağını düşünmektedir. Seçkinler halkı arkalarından sürükleyecek mefkure/ülkü üretmiyorlarsa çöküş başlamış demektir. Elitlere olan bağımlılığın Türk toplumunda daha da fazla olduğunu ileri sürmektedir. Turan’a göre  Türk halkı da ancak devleti ve kağanı mevcut oldukça çalışmasının faydasına inanıyor, bu durumda   idareci ve idare edilen arasında büyük kaynaşma gerçekleşiyordu. (Turan, 2006:50) Türklerin tarihteki başarılı dönemlerinde önderlerin belirleyici rolü olduğuna inanmaktadır.  Turan’a göre “Tarih, millet ve medeniyetlerin yükselmesi ve sukutunda (çöküşünde) türlü âmiller (sebepler) aramakla meşguldür. Lâkin bunlar arasında devlet adamları ve seçkinlerin ahlâk ve mefkûreleri kadar tesirli bir unsura rastlanmamıştır”


Osman Turan’ın Türk cihan mefkuresi tezini değerlendirmek için din hakkındaki görüşlerini bilmek yerinde olacaktır. Turan, toplum ve tarihi tamamıyla dinsel bir çerçevede yorumlar. Ferdi istisnaların dışında tarih ve etnoloji dinsiz bir toplumla karşılaşmadığını belirtir. Turan’a göre Tarih ve sosyal bilimler beşeriyetin manevi hayatında din kadar büyük bir mevki işgal eden bir unsur kaydetmemiştir. Tarihin cereyanında, medeniyetlerin doğuşunda ve yükselişinde, edebiyat, sanat, felsefe ve hukukun tekamülünde, içtimai ve ahlaki nizamın tesisinde ve hatta iktisadi ve ticari faaliyetlerle gündelik hayatın türlü tezahürlerinde ve nihayet yeni çağlarda daha belirli bir şekilde meydana çıkan, vatan ve milliyet duygularının uyanması ve müdafaasında öyle temel bir unsur vazifesini görmüştür ki, bu müessesenin mevcudiyetini düşünmeksizin ne bir cemiyet ne de bir kültür ve medeniyetin mevcudiyeti bahis mevzusu olabilir. (Turan, 2005.75-76) Osman Turan’a göre din, milletlerin doğuşunda ve gelişme sürecinde belirleyici rol oynamaktadır. Turan’a göre aslında din sadece toplumların değil bireylerin de hayatında esas rolü oynamaktadır. Bu görüşe göre, dinin, bireyii maddenin esaretinden kurtardığı, insanları yüksek ahlaki değerlerle donattığı ve onları terakki yoluna sevk ettiği görülmektedir. Din aslında bunları insanlarda madde ve ruh arasında muvazene yaratarak başarmaktadır. (Turan, 2005:77)


Bu çerçevede, Osman Turan’a göre dini dikkate almadan Türk tarihini yorumlamak mümkün değildir. XI. Asırda İslamiyet, Türklerin umumi bir dini haline gelinceye kadar Türklerin dini Şamanlık idi. Hun devrinden itibaren Türklerde tek tanrı inancı belirginleşir. Turan’a göre, Hunlar döneminde tanrı kelimesi hem göğü, hem de uluhiyeti ifade ediyordu. Ayrıca Orhun kitabelerinde yer, gök ve bütün mahlûkların yaratıcısı, insanların iyi veya kötü kaderlerini tayin edici bir “tanrı” fikrinin artık teşekkül ettiği görülmektedir. (Turan, 2006:66) Türkler ruhun ebediliğine ve dolaysıyla ahiret inancına sahiplerdi (Turan, 2006:68). Bununla birlikte Türklerin düzenli olarak ibadet ve ibadetgahları olmadığı, bazı ortak ayin ve merasimin dışında, istenilen ve ihtiyaç duyulduğu zaman baş açıp, yüzü ve elleri göğe kaldırıp tanrıya dua edildiği anlaşılıyor (Turan, 2006:71). Eski Türklerde peygamber ve kutsal kitap olmadığı için, Kamların (şaman) büyük görevleri ve nüfuzları vardı. Kamların önemli sosyal, kültürel, sağlık, dini ve siyasi misyonlar yerine getirdikleri bilinmektedir. (Turan, 2006:72-80)


Türklerin İslam’ı kabul etmeleri Turan’ın düşüncesinde ve çalışmalarında önemli bir yer tutmuştur. Türklerin İslam dinine kitlesel olarak geçişi ile X. asırda gerçekleşen ve Turan’a göre Türk tarihin en önemli hadisesi olan İslamlaşma, başka milletlerde olduğu gibi istila yoluyla değil, Türklerin rıza ve isteği ile mümkün olmuştur.  rıza ve istekleri ile İslamı kabul etmelerinde, Türklerin kendi peygamberlerinin olmaması, İslam’ın öğretisinin Türklerin inançlarına çok yakın olması, Muhammed peygamberin Türkler hakkındaki olumlu sözleri (hadis), İslam’ın cihad ve şehadet mefhumu ile Türklerin savaşçı ruhu arasındaki paralellikler kolaylaştırıcı etki yaratmıştır. (Turan, 2006:166) Son olarak, Türklerin İslâm’ı kabul etmelerini kolaylaştıran sebeplerin, ayın zamanda İslâm’ı Türklerin  milli dini haline getirdiğini de belirtmektedir.


Osman Turan’ın düşüncelerinin temellerini belirtikten sonra bir adım daha ilerleyerek onun Türk cihan hâkimiyeti mefkuresini incelemek yerinde olacaktır. Turan,  Türklerin cihan hâkimiyeti mefkuresinin yeni olmadığını, bilakis tarihi bir kökeni olduğunu belirtir. Türklerin Cihan hâkimiyeti “Hunlar, bilhassa onların hükümdarı Mete” ile başlar. Bu mefkure Türklerin içinde hep var olmuş ve koşulları oluştukta eyleme dönüşmüştür. Turan’a göre,  bu mefkure sayesinde Türkler tarih sahnesine damgalarını vurmuşlar ve Selçuklu ve Osmanlı gibi imparatorluklar kurabilmeyi başarmışlardır.  Türklerin bu tarihten gelen ve hep var olan bu cihangirlik tasavvuru bir toprak işgali ve genişlemekten ziyade, esasen tanrısal bir misyon içermektedir. Çünkü Türkler kendileri seçilmiş bir millet olarak tasavvur ederler. Onlar tanrı tarafından seçilmiş ve tanrısal bir misyon ile görevlendirilmişlerdir. Türkler bu ilahi kaynaklı misyona inandıklarında tarih sahnesine çıkarak devlet kurmuşlardır. Osman Turan, bu çerçevede Türk cihan mefkuresinin dinsel kaynaklı olduğunu ileri sürmektedir. Turan, Türkler milli, dini ve insani duygularını ahenkli bir şekilde terkib ederek, bir dünya nizamı davası güttüklerini belirtiyor. (Türkler) Allah’ın cihan hâkimiyetini kendilerine emanet ettiğine inanıyorlardı Millet kendini tanrının seçilmiş milleti olarak görmüşse kendi anlamını tanrıda bulmuş demektedir. Turan, cihan mefkuresini dinsel bir çerçevede yorumlayarak dini milletin olmazsa olmazı konumuna getirmektedir. Bu nedenle Turan’ın düşüncelerinde dinin millete öncelliği ve üstünlüğü vardır. Milleti dine gönderme yaparak yorumlamaktadır.   


Osman Turan’a göre Türklerde siyasi iktidarın kaynağı da tanrısaldır. Bütün Türk hükümdarları kendi iktidarlarını tanrı tarafından verildiği ileri sürmüşlerdir. Bilge Kağan “ Türk Tanrısı Türk milleti yok olmasın diye beni kağanlığa oturttu”, “ Tanrı güç verdiği Türk askerleri kurt gibi ve düşmanları koyun gibi idi” sözleri  ve bir Uygur hükümdarının “göklerin sahibi (Tanrı) yer yüzü ülkelerinin ve birçok kulların hâkimiyetini bize verdi”  ifadeleri  iktidarın tanrısal kökenli olduğunu belirtmektedir. Oğuz hakimiyetini tanrısal  bir kaynaktan ve Uygur hanları semavi bir ışıktan aldıklarını iddia ederler. Avrupa Hunları da Attila’yı ilahi kaynaktan gelmiş biliyor; dünya hakimiyetinin kendilerine verildiğine ve tanrının askeri olduğuna inanıyorlardı. (Turan, 2006:114) Bu inanç Türklerden Moğollara da intikal etmiştir. Nitekim Moğollar da “gökler tanrının yeri yüzü Cengiz Han’a aittir” inancına sahiplerdi. (Turan, 2006:115) Görüldüğü gibi Türkler kendilerini tanrının ordusu gibi algılamışlardır(Turan, 2006:114). Turan’a göre Türklerde sadece iktidarın kaynağı tanrısal olmakla kalmamış Türk hanedanlarına mensup hakan, sultan, şehzade ve beylerin kutsal menşeli ve oğuz nesli bulunmaları dolayısıyla ölüm cezalarında kanları akıtılmıyordu. (Turan, 2006:118)

Turan’a göre iktidarın tanrısal kaynaklı algılanması, yöneten ve yönetilen ilişkisini insani bir çerçevede tutuyordu. Türklerde hem siyasi iktidar hem de hakimin kutsallığı, hakim ve tebaa ilişkisini  kölelik, despotizm veya tiranlığa dönüştürmüyordu. Tam tersine bir babalık ve velilik olgusuna hizmet ediyordu. Türk devlet anlayışına göre hükümdarların millet ve tebaalarına karşı adalet, şefkat ve himaye göstermeleri bu babalık sıfatı ile alakalı idi. (Turan, 2006:120) Bu babalık özellikle hakanların sofra açmalarında kendini göstermekteydi.  


Osman Turan’a göre tanrısallık hem kendi toplumuna hem de dışarıya dönük sorumluluk getiriyordu. Türkler madde ve ruh arasında muvazeneyi sağlamakta başarılı oldukları için dünyaya adalet getirmekle de kendilerini yükümlü görüyorlardı. Bu yükümlülüğün yine tanrısal olması sebebiyle yerine getirilmediğinde cezalandırılıyorlardı. Tanrı Türk toplumu kuruduğu gibi onları denetliyordu da. Türk tanrısı sevdiği ve himaye ettiği milletlerin hanları, beyleri ve halkı doğru yoldan, milli örf ve nizamdan (töre) ayrıldığı zaman onları cezalandırır.

 Turan’a göre, Türklerin tanrısal bir yükümlülükleri vardı ve bu yükümlülüklerini yerine getirmek için de maddi kudrete, toplumsal ve güçlü toplumsal ahlaki bünyeye gereksinim duyulması doğaldı. Türkler bu yükümlülükleri gerçekleştirebilecek hem maddi hem de güçlü toplusal bünyeye sahiplerdi. Maddi güç içersinde askeri güç tayin edicidir. Türkler ilk olarak atı savaş vasıtası haline getirmiş ve okçu süvari ordularını ortaya çıkışını sağlamışlardır. Türklerin askeri yetkinlikleri buradan kaynaklanmıştır. (Turan, 2006:129)


Öte yandan, Turan’a göre Türklerin başarısı sadece askeri kudretle açıklanamaz. Bu askeri kudretin yanı sıra milli ahlak ve gelenek üstünlüğü de söz konusudur. Nitekim  bir Hun imparatorunun, Türklerin Çinlilerden daha kudretli oluşlarını, milli ahlâk ve an’anelerinin üstünlüğüne bağlaması dikkate şayandır. Turan’a göre Türklerdeki kahramanlık kültünü unutmamak lâzımdır. Ölümü esir düşmeğe tercih eden bir Hun hükümdarının “ölürsek, dünya durdukça kahramanlık şöhretimiz yaşayacak; oğullarımız ve torunlarımız başka milletlerin  başbuğları olacaktır” demesi, çok anlamlıdır.


Turan’ın düşüncesine göre, Türklerin cihan hakimiyeti mefkuresinin İslam dinini kabul ettikten sonra yeniden bir şahlanışa geçtiğini söyleyebiliriz. Turan “İslam olmasaydı Türkler yok olurdu” şeklinde bir fikri seslendirmektedir. Turan’a göre İslam, Türkleri hem yeniden var etti hem de onları tarih sahnesine Osmanlı ve Selçuklu gibi imparatorluklar kurarak çıkmasını sağladı. Buna göre, Türkler Anadolu’ya Müslüman olarak gelmemiş olsalardı Karadeniz’in şimalinde bin yıl zarfında hicret eden ırkdaşlarının akıbetlerine uğrayarak yok olur; tarihin istikametini değiştiren Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları, onların kurduğu dünya nizamı ve medeniyet bahis mevzu olamaz ve bugünkü Türkiye de vücut  bulamazdı.(Turan, 2005:76) Turan’a göre İslam Şamanizm’den sonra Türkleri yeniden seferber etmeyi başardı. Bu da İslam’ın özellikle hayır ve doğru yolda cihadı Türklerin Şamanizm devrindeki fikirle daha yakın olmasından kaynaklanmaktaydı. (Turan, 2006:194)


Osman Turan’a göre, Türkler İslâm dini ve medeniyetine girince, maddi – manevi bir yükselişe eriştikleri gibi, kendi cihan hâkimiyeti mefkûrelerini ve dünya nizamı davalarını da orada bulmuşlardı. (Turan, 2006:194) Bu devirde (Selçuklular devrinde) Türk cihân hâkimiyeti fikri artık umumi bir inanç haline gelmişti. Müslüman dünyası, Selçuklu hâkimiyetini o derece takdir ve tebcil etmiştir ki, devletin kuruluşundan önce yurt ve geçim arayan büyük Oğuz göçebelerinin akın ve yağmalarına rağmen, yeni devrin getirdiği emniyet ve saadet dolayısıyla, onlara karşı da hiçbir şikâyet izi kalmamıştı (Turan, 2006:200) Selçuklulardan sonra İslam dünyasında kurulan devletler umumiyetle Türklere aitti. İslam dünyasında hakimiyet Türklerin ele geçmiş  ve  Türkler İslam dünyasının koruyucusu haline gelmişlerdi. Nitekim Haçlılara karşı müdafaayı da  Türkler yapmışlardı. (Turan, 2006:199)


Turan’ın düşüncesinde Osmanlı İmparatorluğunun ayrıcalıklı bir yeri vardır. Osmanlı İmparatorluğunu Türklerin kurduğu en büyük ve en doğru düzen olarak görmektedir. Turan’ın Türk cihan mefkuresi içinde özgün bir model olarak görmektedir.  Osmanlı’nın hürriyet, adalet ve dinsel-mezhepsel hoşgörüye sahip olduğu ve bu özellikleri nedeni ile eski ve yeni dönemde emsalsiz bir imparatorluk olmuştur. (Turan, 2006:26)  Turan’a göre Türk ve İslam tarihinin en muhteşem devri Osmanlıların eseridir. Osmanlı milli ve İslam düşüncesinin başarılı sentezi yapmış,  sağladığı sosyal adalet ve siyasi istikrarı vasıtası ile Nizam-ı alem mefkuresinin en güçlü temsilcisi olmuştur.  Turan’a göre Osmanlı hanedanı dünyada hiçbir aileye nasip olmayan büyük ve dahi padişahları birbiri ardından yetiştirmekle bu devlete yalnız en yüksek hayatiyeti bahşetmekle kalmadı; onu milli, İslami ve insani idealler üzerinde ve milletlerin kalbini kazanarak cihan hakimiyeti mefkuresinin de en ileri derecesini gerçekleşmiştir. (Turan, 2006:231)
Turan, Avrupa’daki bugünkü gelişmelerin temelinde de Müslümanları özellikle Türkleri görmektedir. Roma ve Eski Yunan yapıtlarının Avrupa’ya taşınması ve İbn Rüşd’ün tefekkürünün Batı’da önemsenmesi gelişmelerine de olumlu etki sağlamıştır. (Turan, 2005:77)


Tarih

Osman Turan, Türk cihan hakimiyeti mefkuresini oluşturmak için tarihe başvurmuştur. Turan,  tarihin, milletin doğuş ve yükselişlerinde tein edici rolü olduğunu düşünmektedir.  Milletin varlığını kurma, sürdürme ve kalkınmasının tarihle mümkün olacağını düşünmektedir. Ona göre, “devrimizde tarih şuurunu taşıyan milletler, milli kudret ve medeniyet hamlelerinde bu hazineden faydalandıkça, tarihin onlara faydası” vardır. Bu sebeple tarih, yazılıp, bir kültür ve şuur kaynağı olmadıkça, toprak altında kalan kıymetli madenler gibi hiçbir mana ifade etmez. Her ileri milletin veya her medeni hamleye girişen memleketin tarih araştırmalarına çok önem vermesine gerektiğini vurgulamaktadır. Diğer milletler de kendileri yaratmak için tarihe gereksinim duyarlar, ancak Türklerin bu konuyu tarihi geçmişlerinin büyüklüğü sebebiyle daha fazla yönelmeleri gerekmektedir. Tarihe dönmesinin, onun büyük geçmişini daha fazla tanımasını sağlayacağını, dolayısıyla kendine milli bir güven vereceğini düşünmektedir. Çünkü  “Türk milleti tarihte ne kadar azametli bir mevkie sahip ise, onun tetkikinde ve kültür hazinesi olarak kullanılmasında o derece geri kaldığı bir hakikattir” fikrine sahiptir. Turan, tarih çalışmalarında, ilmi olduğu kadar milli ve terbiyevi bir gaye de takip ettiğini de ifade eder. Zira, ona göre, tarih, Türklerin üstünlük ve inhitat (çökme) devirlerine ait mefkûrevi durumlarını birbirleriyle mukayese etmek imkânını sağlayacak ve şüphesiz birtakım dersler alma imkanı yaratacaktır.  Böylece ortaya konan kültür ve mefkûresinin  “yeni neslin zekâ ve enerjisini ateşleyeceği” ve kabiliyetlerin “ulvi gayeler” uğrunda harekete geçireceği kanaatindedir.


Türkiye’de Manevi Buhran: Batılılaşma ve Laiklik


Osman Turan’a göre Türkiye çok boyutlu bir buhran içerisindedir. Buhranın sebebini de madde ve ruh arasında muvazenenin bozulması olarak görmektedir. Bu dengenin bozulmasında ise Batılılaşmaya önemli bir rol biçmektedir. Turan’a göre  “Milli mefkûre ve inançlar” Tanzimat’tan itibaren sarsılmaya başlamıştır. Bu süreç Türkiye toplumunda seçkinler arasında “ ideolojik düşmanlık cepheleri” yaratmış, toplumsal kurumlar içine nifak ve çatışma sokmuş ve nihayet “halk kitlelerini etnik ve mezhebi tefrikalarla parçalama”nın temelleri atılmıştır. Bu süreç bir taraftan “milli kültür, (milli) mefkûre (ülkü) ve vatan” bilincine zarar vermiş ve aynı zamanda “milli birliği” tehdit altına almıştır.

Osman Turan esasen, Ali Bey Hüseyinzade ve Ziya Gökalp tarafından ortaya atılan ve geliştirilen Türkleşme, İslamlaşma ve Çağdaşlaşama tezini kabullenmektedir. Başka bir ifade ile Türkiye’nin Batılılaşma sürecini desteklemekte ancak bunu dengeli bir şekilde, Türk ve İslam kimliğine zarar vermeden gerçekleşmesi gerektiğini savunmaktadır. Turan’a göre Türkiye, Tanzimat’la birlikte sağlıksız bir Batılılaşma sürecine girmiş ve Türkleşme , İslamlaşma ve Çağdaşlaşama  tezini geride bırakarak Avrupalaşmaya ağırlık vermiştir.


Osman Turan’ın tarihsel, sosyolojik görüşlerinde, dinin temel belirleyici olması Türkiye’de Laiklik tartışmasında da nerede durduğu konusunda işaret verebilecektir. Turan, Laikliği toplumun gelişmesi, kalkınması ve özgürleşmesi anlamında tein edici bulmaktadır.  Ancak Osman Turan’ın laiklik tanımlaması Türkiye’deki yürürlükte olan Laiklik anlayışından ciddi farklılık göstermektedir.  Turan’ın, Laiklik anlayışında inanma, ibadet ve ayinden başka daha birçok hak ve hürriyetlere saygı gösterilmesi ve imkan tanınması şarttır. Filhakika; tahsil ve terbiye, dini neşriyat (kitap, gazete, radyo, konferans), her seviyede dini mektep, (orta ve yüksek derecede), din ilimlilerinin tetkik ve araştırma müesseseleri, dini teşkilat ve cemiyet kurma hak ve hürriyetleri mevcut olmayan bir memlekette laiklikten bahsedilmez. (Turan, 2005:112)


Turan, Türkiye’de Laikliğin özsel olarak değil şekilsel olarak kabul edildiğini düşünmektedir. Diyanet teşkilatının devlet bünyesindeki varlığını ve onun üzerindeki devlet baskısı laikliğin ihlali olarak görmektedir. Okullarda dini derslerin verilmemesi, diyanet teşkilatının da bu hususta engellenmesi, dini cemaat ve teşekküllerin kurulmasının yasaklanması, tatil günlerinde cumadan pazara geçilmesini bu yönde değerlendirir.

Osman Turan’a göre, Türkiye’deki Laikleşme sorununa farklı bir noktadan yola çıkılmaktadır. Buna göre, Avrupa’daki Laiklik aslında dinler ve mezhepler arası çatışmalara son vermek esasında ortaya çıkmış ve bu sorunların çözümü için bir model olmuştur. Bu nedenle Avrupa’da Laikleşme, toplumsal ve siyasal süreçlerin doğal bir sonucudur. Türkiye’deki Laikleşme ise bu tür toplumsal koşulların bir sonucu değildir. Zira, Turan’a göre Türkiye’de dinler ve mezhepler arası çatışma söz konusu değildi. Diğer taraftan da, tabandan şeriat devleti kurmaya yönelik de herhangi bir baskı da söz konusu değildi. Bu nedenle Türkiye’deki laikleşme sağlam yörüngesinden çıkmış ve temel hedefi Türk toplumunda var olan milli ve dini direnci kırmak olmuştur. Türk toplumunda var olan dini-milli direnç, yanlış bir şekilde gericilik olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle de Turan’a göre, Türkiye’deki Laikleşme din aleyhtarlığına dönüşmüş ve asıl özünden uzaklaşmıştır. Osman Turan, Türkiye’deki çarpık Laikleşmenin aslında yanlış Batılılaşma projesinin bir ürünü olduğunu iddia eder. Bu yanlış Batlılaşmanın hedefi, “Türk toplumunun bilimsel ve kültüre ilerleme sağlaması” olmuştur. Ancak bu yönelimin sonucuna bakıldığında, Türk toplumunda ne bilimsel ne de kültürel herhangi bir ilerleme görülmemektedir. Tam tersine sosyal ve ahlaki nizam zayıflamış, feragat, fedakarlık ve fazilet duyguları eski kuvvetini kaybetmiş, menfaat, maddi hırslar ve zabıt vakaları artarak manevi huzur bozulmuştur. (Turan, 2005:134-135)


Turan’a göre Türkiye’deki Laiklik, Komünizmin gelişmesine yardımcı olmaktadır. Komünizm düşmanlığı esasen Osman Turan’ın siyasi faaliyetlerinin önemli bölümünü oluşturmuştur. Öncellikle, Türkiye’de bir Komünizm tehlikesi olduğuna inanmaktadır. (Turan, 1980: 17,) Komünizm bir moda ve dış desteğe sahip bir siyasi akımdır.  (Turan, 1980:178). Turan bu noktada özellikle materyalizme karşı çıkmakta ve onun manevi buhran yarattığına,  ve madde–ruh muvazenesini bozduğuna inanmaktadır. Turan’a göre Komünizm maddi sefaletin değil manevi sefaletin bir mahsulüdür (Turan, 1980.19) Dahası, Türkiye’de manevi bir boşluk vardır ve bu manevi boşluk Komünizmin gelişmesine zemin sağlamaktadır. Son olarak, Turan’a göre toplumların gelişmesinde özel teşebbüsün, önemli bir yeri vardır. (Turan, 1980: 104) Komünizm ise özel teşebbüsü yok ederek toplumsal ilerlemeyi bir kez daha engellemektedir


Dış Politika


Osman Turan’ın dış politikaya ilişkin düşüncelerinde de din ve milliyetçiliğe dayandığını söyleyebiliriz. Bu çerçevede, İstanbul’un İslam dünyasındaki rehber/merkez konumunun kaybetmesini önemli bir kayıp olarak gören Turan’a göre, İstanbul’da önemli ölçüde dini kültür müesseseleri bulunmaktadır. Bu da İstanbul’a İslam dünyasında rehber olma potansiyeli sunmaktadır. İlahiyat fakültelerin geliştirilmesi ve dini konularda neşriyatın artırılmasıyla bu merkezi konumu yeniden devam ettirmek mümkündür. Bu durum Türkiye için sadece manevi değil, ayrıca ciddi mali kaynak da sağlayabilir. İslam dünyasından turist çekilmesine olanak sağlar.  Osman Turan buradan yola çıkarak, Türkiye’nin İslam ülkelerinin liderliğini yapabilme potansiyelinin olduğunu düşünmektedir. Türkiye’nin bu bölgelerde tarihi olarak hüküm sürerken orada olumlu izlenim bıraktığı ve bu tarihi mirasın Türkiye’yi rehberliğe taşıyabileceğini düşünmektedir.(Turan, 2005:171-172)

Osman Turan’ın dış politika görüşlerinde dış Türkler de önemli bir yer tutar. Turan’a göre “çok geniş sahalara yayılmış Türk toplulukları en basit haklardan mahrum bırakılmış; milli kültür, dil ve sosyal varlıklarını koruyamayacak bir duruma düşürülmüş, hatta bazı ülkelerde de esaret, tehcir ve katil yolları ile imha siyasetine tabi tutulmuşlardır.”(Turan, 2005: 207). Turan’a göre Türk devletinin kudreti ve dünya şartları sebebi ile Türk dünyanın ağır yüklerini taşıma imkanı vermemektedir. Ayrıca Türkiye’nin duygusal olarak bu topluluklarla ilgilenmesi normaldir. Ancak Türkiye’nin bu duygudaşlığı Türkiye’nin yeniden yayılmacı bir siyaset şeklinde yürüdüğünü göstermeye çalışılmaktadır. Türkiye’nin burarda önceliği daha önce Osmanlı hudutları içinde kalan bölgeler olmalıdır. Burada da Batı Trakya gibi anlaşmalar gereği Türkiye’nin savunma hakkını teminat altına aldığı bölgeler öncelik taşımaktadır. (Turan, 2005 :210-211)


Sonuç ve Genel Değerlendirme


Osman Turan, Milliyetçi-muhafazakar çizginin en önemli simalarından sayılmaktadır. Osman Turan’ın milliyetçi-muhafazakar anlayışı; Türk tarihinin devamlılığı, Türklerin sentez kabiliyeti, madde ve ruh muvazenesinin zorunluluğu, bir üst çerçeve olarak din ve İslâm medeniyetinin Türkler için ifade ettiği anlam, nizâm-ı âlem ve adâlete dayalı Türk cihan hâkimiyeti ülküsü gibi ilke ve kavramlara dayanır. (Yücel, 2008:35-36). Turan’ın da mensubu olduğu Milliyetçi muhafazakar eğilim dincilik değil dindarlık isteğini temsil etmektedir. (Bora, 2009: 127) Bu dindarlık isteği, aslında cumhuriyetin sosyal ethosunu oluşturmaktaki zaafı sebebi ile (Bora, 2009: 125) milliyetçilere göre ortaya çıkmış “manevi boşluğu” doldurmaya talip olmuştur. Bu akım 50’lerde tohumları atılıp 60’larda serpilerek (Bora, 2009: 127) daha sonra da Türk siyasi hayatına damga vuracak bir siyasi akıma çevrilmiştir. Osman Turan’ın siyasi ve düşünsel hayatının biçimlenişi bu milliyetçi-muhafazakar akımın düşünsel şekillenişi ile eş zamanlı oluşu bakımından önemlidir. Bu süreç, Bora’nın da tespit ettiği gibi Türk Ocakları’nın yeniden açılışı, ülkücü hareketin doğuşu ve çok geniş çapta milliyetçi-muhafazakar gazeteci ve yazarın ortaya çıkışına eşlik etmiştir.


Osman Turan’ın  Ziya Gökalp’in düşüncelerinden etkilendiği açıktır. Turan’ın düşüncesinin temel taşlarından olan mefkure/ülkü Gökalp’ın mirasıdır. Ancak Turan’ın, Gökalp’in medeniyet ve kültür ayrımı konusunda farklı bir yol izlediği ve medeniyeti daha geniş anlamda kullandığını ve dolaysıyla Gökalp’ın kültür ve medeniyeti ayrımını yadsıdığı söyleyebiliriz. Osman Turan’ın düşüncesinin diğer temel taşlarından biri olan ruh ve madde muvazenesini Gökalp’in kültür ve medeniyet arasındaki denge mefhumundan yola çıkarak kullandığı söylenebilir. Gökalp ve Turan arasındaki fikir ayrımının en bariz noktasının Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki fikirleri olduğunu söyleyebiliriz. Gökalp Osmanlı’yı topuluk olarak tanımlarken Turan ise Osmanlı’nın insanlık tarihinin en başarılı yapıtı gibi görmektedir.

Antropolojik bir değerlendirme yaparsak, Türklerin kendilerini tanrının seçilmiş bir milleti olarak tanımlayarak siyasal iktidarın kaynağını tanrısal olarak nitelemeleri ile aslında anlamın toplumun içinde değil onun dışında olduğunu gördükleri sonucu çıkarılabilir. Turan’ın Türk tarihi yorumu, kendi anlamını toplumun dışında arayan ve onu tanrıya göndermek yaparak kurgulayan, anlamı gerçekleştirme enerjisini de aynı kaynaktan alan ve dolayısıyla kendisiyle yabancılaşan bölünmüş bir toplum anlayışıdır. Diğer bir deyişle, kendi anlamını tanrıya gönderme yaparak oluşturan ve kendini ona borçlu gören bir toplum tasarısıdır. Turan’ın düşüncesinde de Türkler kendilerini tanrıya borçlu olarak görmüşlerdir. Bu çerçevede, cihan hakimiyeti mefkuresi, siyasi iktidar, yöneten ve yönetici ilişkisi de aslında bir borçlu ve alacaklı ilişkisin somutlaşmasıdır.   



aynakça


Bora, Tanil. (2009). Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul.

Turan, Osman. (2006) Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi, ÖTKEN, İstanbul .

Turan, O.(2003)  Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, ÖTKEN, İstanbul .

Turan, O.(2005)  Selçuklular ve İslamiyet, ÖTKEN, İstanbul .

Turan, O. (2005) Türkiye'de Manevî Buhran - Din ve Laiklik, ÖTKEN, İstanbul .

Turan, O. 71980)    Türkiye’de Komünizmin Kaynakları, Nakışlar Yayınları, İstanbul .

Turan,o. (1980)      Vatan’da Gurbet, Nakışlar Yayınları, İstanbul.

Kozan, Tayfur. (2010) Osman Turan’a  Göre Din ve Türk Cihan Hakimiyeti, İrfan Yayıncılık, İstanbul .

Hacaloğlu, Yücel. (2008)  Vefatının 30. Yılında PROF. DR. OSMAN TURAN’I ANIYORUZ, Türk Ocakları, Ankara.


    



Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ziya Gökalp’ın Türk Milliyetçiliği

           Arif Keskin   Türk milliyetçiliğinin düşünsel-fikri şekillenmesinde Ziya Gökalp’in kendine özgü bir yeri vardır. Gökalp, Türk milliyetçiliğini bir düşünce sistemi haline getiren ilk ve en önemli çabaların birisi sayılmaktadır. Gökalp, kendisinden önce gelen Türk milliyetçilerinin tarih, toplum, millet, kültür, uygarlık, batı ve İslam gibi sorunsallar hakkındaki dağınık düşüncelerini bir araya getirerek sistemli bir fikir hareketine çevirerek Türk milliyetçiliğinin bir ideoloji haline gelmesine de büyük katkıda bulunmuştur. Bu açıdan bakıldığında Ziya Gökalp’ı anlamak, Türk milliyetçiliği hakkında sağlıklı, kapsayıcı ve derinlemesine incelemek için gereklidir. Elinizdeki çalışma, Türk milliyetçiliğini anlama doğrultusunda Ziya Gökalp üzerine odaklanmıştır. Çalışmanın hedefi Gökalp’ın Türkçülüğün ideolojik tasarımı etrafında oluşturduğu kavramlarını tanımlamak ve bu kavramlar üzerine inşa ettiği Türk milliyetçiliği teorisini irdelemektir. Ziya Gökalp’ın Yaşamına Gen

Fars Mlliyeyçiliyinin Üç Üzü

Arif Keskin 1997-ci ildə Xatəminin iqtidara gəlməsindən sonra dini cəmiyyət təəssüratı oyadan İran ictimaiyyətində daxili narahatlıqların mövcudluıu müşahidə olunmaıa başlanmışdır. Dövlətin içində mövcud olan ziddiyyət və cəmiyyətin açıq şəkildə görünən yeni istək və təmayülləri İranı yenidən tanıma məcburuyyətini doıurmuşdur. İctimaiyyət məşruiyyətini (legitimlik) itirmiş dövləti və öz daxilində qurumlaşmış bütün düşüncələri tənqid və mühakimə etməyə başlamışdır. «İnqilab», «şəddət» və «bir sıra ifratçılıqlar» ölkəsi olan İranda sivil cəmiyyət, demokratiya, islahat, əksəriyyətçilik və dini tolerantlıq meylləri meydana çıxmışdır. Bu ictimayi təbəddülat İslam Respublikası imicinin iflası ilə yanaşı bir sıra ideologiya və fikirlərin çökməsini göstəriridi. Dövlətin məşruiyyət itkisindən sonra İranda yaşayan etnik qruplar da daha ciddi və geniş bir formada siyasi mübarizəyə cəlb edilmişdirlər. Separatçı dalıanın yüksəlişi İranda hegemon olan Fars millətçiliyi düşüncəsini də dəyişməyə məc