Arif
Keskin
Ruh ve madde muvazenesi düşüncesinin yanı sıra Osman Turan’ın yaklaşımının diğer bir temelinin de seçkincilik olduğunu söyleyebiliriz. Turan, toplumların yükseliş ve düşüşlerini, o toplumun seçkinlerinin durumuna da bağlı olarak yorumlamaktadır. Toplumların yükselişinin, seçkinlerin mefkûre/ülkü üretmesi ve halkı peşinden sürüklemesi ile mümkün olacağını düşünmektedir. Seçkinler halkı arkalarından sürükleyecek mefkure/ülkü üretmiyorlarsa çöküş başlamış demektir. Elitlere olan bağımlılığın Türk toplumunda daha da fazla olduğunu ileri sürmektedir. Turan’a göre Türk halkı da ancak devleti ve kağanı mevcut oldukça çalışmasının faydasına inanıyor, bu durumda idareci ve idare edilen arasında büyük kaynaşma gerçekleşiyordu. (Turan, 2006:50) Türklerin tarihteki başarılı dönemlerinde önderlerin belirleyici rolü olduğuna inanmaktadır. Turan’a göre “Tarih, millet ve medeniyetlerin yükselmesi ve sukutunda (çöküşünde) türlü âmiller (sebepler) aramakla meşguldür. Lâkin bunlar arasında devlet adamları ve seçkinlerin ahlâk ve mefkûreleri kadar tesirli bir unsura rastlanmamıştır”
Turan’a göre iktidarın tanrısal kaynaklı algılanması, yöneten ve yönetilen ilişkisini insani bir çerçevede tutuyordu. Türklerde hem siyasi iktidar hem de hakimin kutsallığı, hakim ve tebaa ilişkisini kölelik, despotizm veya tiranlığa dönüştürmüyordu. Tam tersine bir babalık ve velilik olgusuna hizmet ediyordu. Türk devlet anlayışına göre hükümdarların millet ve tebaalarına karşı adalet, şefkat ve himaye göstermeleri bu babalık sıfatı ile alakalı idi. (Turan, 2006:120) Bu babalık özellikle hakanların sofra açmalarında kendini göstermekteydi.
Turan’a göre, Türklerin tanrısal bir yükümlülükleri vardı ve bu yükümlülüklerini yerine getirmek için de maddi kudrete, toplumsal ve güçlü toplumsal ahlaki bünyeye gereksinim duyulması doğaldı. Türkler bu yükümlülükleri gerçekleştirebilecek hem maddi hem de güçlü toplusal bünyeye sahiplerdi. Maddi güç içersinde askeri güç tayin edicidir. Türkler ilk olarak atı savaş vasıtası haline getirmiş ve okçu süvari ordularını ortaya çıkışını sağlamışlardır. Türklerin askeri yetkinlikleri buradan kaynaklanmıştır. (Turan, 2006:129)
Osman Turan, Türk cihan hakimiyeti mefkuresini oluşturmak için tarihe başvurmuştur. Turan, tarihin, milletin doğuş ve yükselişlerinde tein edici rolü olduğunu düşünmektedir. Milletin varlığını kurma, sürdürme ve kalkınmasının tarihle mümkün olacağını düşünmektedir. Ona göre, “devrimizde tarih şuurunu taşıyan milletler, milli kudret ve medeniyet hamlelerinde bu hazineden faydalandıkça, tarihin onlara faydası” vardır. Bu sebeple tarih, yazılıp, bir kültür ve şuur kaynağı olmadıkça, toprak altında kalan kıymetli madenler gibi hiçbir mana ifade etmez. Her ileri milletin veya her medeni hamleye girişen memleketin tarih araştırmalarına çok önem vermesine gerektiğini vurgulamaktadır. Diğer milletler de kendileri yaratmak için tarihe gereksinim duyarlar, ancak Türklerin bu konuyu tarihi geçmişlerinin büyüklüğü sebebiyle daha fazla yönelmeleri gerekmektedir. Tarihe dönmesinin, onun büyük geçmişini daha fazla tanımasını sağlayacağını, dolayısıyla kendine milli bir güven vereceğini düşünmektedir. Çünkü “Türk milleti tarihte ne kadar azametli bir mevkie sahip ise, onun tetkikinde ve kültür hazinesi olarak kullanılmasında o derece geri kaldığı bir hakikattir” fikrine sahiptir. Turan, tarih çalışmalarında, ilmi olduğu kadar milli ve terbiyevi bir gaye de takip ettiğini de ifade eder. Zira, ona göre, tarih, Türklerin üstünlük ve inhitat (çökme) devirlerine ait mefkûrevi durumlarını birbirleriyle mukayese etmek imkânını sağlayacak ve şüphesiz birtakım dersler alma imkanı yaratacaktır. Böylece ortaya konan kültür ve mefkûresinin “yeni neslin zekâ ve enerjisini ateşleyeceği” ve kabiliyetlerin “ulvi gayeler” uğrunda harekete geçireceği kanaatindedir.
Osman Turan’a göre, Türkiye’deki Laikleşme sorununa farklı bir noktadan yola çıkılmaktadır. Buna göre, Avrupa’daki Laiklik aslında dinler ve mezhepler arası çatışmalara son vermek esasında ortaya çıkmış ve bu sorunların çözümü için bir model olmuştur. Bu nedenle Avrupa’da Laikleşme, toplumsal ve siyasal süreçlerin doğal bir sonucudur. Türkiye’deki Laikleşme ise bu tür toplumsal koşulların bir sonucu değildir. Zira, Turan’a göre Türkiye’de dinler ve mezhepler arası çatışma söz konusu değildi. Diğer taraftan da, tabandan şeriat devleti kurmaya yönelik de herhangi bir baskı da söz konusu değildi. Bu nedenle Türkiye’deki laikleşme sağlam yörüngesinden çıkmış ve temel hedefi Türk toplumunda var olan milli ve dini direnci kırmak olmuştur. Türk toplumunda var olan dini-milli direnç, yanlış bir şekilde gericilik olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle de Turan’a göre, Türkiye’deki Laikleşme din aleyhtarlığına dönüşmüş ve asıl özünden uzaklaşmıştır. Osman Turan, Türkiye’deki çarpık Laikleşmenin aslında yanlış Batılılaşma projesinin bir ürünü olduğunu iddia eder. Bu yanlış Batlılaşmanın hedefi, “Türk toplumunun bilimsel ve kültüre ilerleme sağlaması” olmuştur. Ancak bu yönelimin sonucuna bakıldığında, Türk toplumunda ne bilimsel ne de kültürel herhangi bir ilerleme görülmemektedir. Tam tersine sosyal ve ahlaki nizam zayıflamış, feragat, fedakarlık ve fazilet duyguları eski kuvvetini kaybetmiş, menfaat, maddi hırslar ve zabıt vakaları artarak manevi huzur bozulmuştur. (Turan, 2005:134-135)
Antropolojik bir değerlendirme yaparsak, Türklerin kendilerini tanrının seçilmiş bir milleti olarak tanımlayarak siyasal iktidarın kaynağını tanrısal olarak nitelemeleri ile aslında anlamın toplumun içinde değil onun dışında olduğunu gördükleri sonucu çıkarılabilir. Turan’ın Türk tarihi yorumu, kendi anlamını toplumun dışında arayan ve onu tanrıya göndermek yaparak kurgulayan, anlamı gerçekleştirme enerjisini de aynı kaynaktan alan ve dolayısıyla kendisiyle yabancılaşan bölünmüş bir toplum anlayışıdır. Diğer bir deyişle, kendi anlamını tanrıya gönderme yaparak oluşturan ve kendini ona borçlu gören bir toplum tasarısıdır. Turan’ın düşüncesinde de Türkler kendilerini tanrıya borçlu olarak görmüşlerdir. Bu çerçevede, cihan hakimiyeti mefkuresi, siyasi iktidar, yöneten ve yönetici ilişkisi de aslında bir borçlu ve alacaklı ilişkisin somutlaşmasıdır.
aynakça
Turan, O.(2005) Selçuklular ve İslamiyet, ÖTKEN, İstanbul .
Turan, O. (2005) Türkiye'de Manevî Buhran - Din ve Laiklik, ÖTKEN, İstanbul .
Turan, O. 71980) Türkiye’de Komünizmin Kaynakları, Nakışlar Yayınları, İstanbul .
Turan,o. (1980) Vatan’da Gurbet, Nakışlar Yayınları, İstanbul.
Osman
Turan’ın Türk milliyetçiliğinin düşünsel gelişiminde, Ziya Gökalp veya Yusuf.
Akçura gibi belirleyici olmasa da, kendine özgü bir rolü vardır. Türk
milliyetçiliği içinde Turan’ın bu özgünlüğü, bir taraftan Türk cihan hakimiyeti
düşüncesine tarihsel, kültürel, toplumsal ve felsefi temeller araması, diğer
taraftan da genellikle toplum ve tarihe, özellikle de Türk tarih ve toplumuna
dinsel bir çerçeveden bakmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. Turan’ın toplum
ve tarihe dinsel yaklaşımı, onun Türk milliyetçiliği içindeki
milliyet-muhafazakar geleneğin en tipik ve olgun örneği noktasına
getirmektedir. Elinizdeki çalışmanın
hedefi Osman Turan’ın milliyetçi-muhafazakar portresinin genel hatları ile betimlemeye
yöneliktir. Bu doğrultuda, Turan’ın hayatına genel bakışının ardından onun Türk
cihan hakimiyeti mefkuresi, tarih, din, laiklik ve topluma dair görüşleri
incelenecektir.
Osman
Turan’ın yaşamı
Osman
Turan, 1914 yılında Trabzon'un Çaykara ilçesine bağlı Soğanlı köyünde ailesinin
3. çocuğu olarak doğdu. Soyu, Koronoğulları ailesinden gelmektedir. (Kozan,
2010:17) İlkokulu Çaykara'da, ortaokulu ailesinin taşındığı Bayburt'ta okudu.
Liseyi ise Trabzon'da başlayıp 1935 yılında, Ankara Erkek Lisesi'nde bitirdi. Turan,
üniversite tahsiline, 1935’de DTCF’nin
Tarih bölümünde Fuat Köprülü'nün ilk öğrencileri arasında yer alarak başladı.
1940 yılında DTCF'nden mezun olan Osman Turan, Köprülü'nün yanında asistan oldu
ve “12 Hayvanlı Türk Takvimi” adlı teziyle doktor unvanını kazandı. 1943
yılında “Orta Zamanlar Türk Devletlerinde Türkçe Unvanlar” isimli çalışmasıyla
doçent oldu.
Osman
Turan ilk üniversite yıllarından siyasete atılmış ve dönemin sol hareketi
karşısında yer almıştır. Bu faaliyetleri nedeni ile sekiz ay üniversiteden
uzaklaştırılmıştır. (Kozan, 2010.38) Turan’ın daha aktif siyasi hayatı 1954
yılında Trabzon'dan milletvekili olması ile başlar. Turan bir taraftan
hemşerilerinin isteği (Kozan, 2010) diğer taraftan Adnan Menderes’ten Milli
Eğitim Bakanlığı sözünü aldığı için siyasete girmiştir.( Kozan, 2010:38)
Osman
Turan milletvekilliği görevinin yanı sıra Türk Ocakları’nda da faaliyet
göstermekteydi. 1956’da Ankara Türk Ocakları başkanı oldu. Aynı yılın
sonunda Nihal Atsız’ın yardımıyla tanıştığı Sultan II. Abdülhamit Hân’ın torunu
olan Emine Satıa Hanım Sultan ile evlendi. Türk Ocakları Genel merkezinin
Ankara'ya taşınması üzerine, 1959'dan yapılan büyük kurultayda Türk Ocakları
Genel Başkanı oldu. Osman Turan’ın Demokrat Parti milletvekilliği 27 Mayıs
1960'a kadar sürdü. 27 Mayıs İhtilaliyle beraber tutuklanarak Yassıada'ya
kapatıldı. On altı ayı aşkın bir süre tutuklu kaldıktan sonra beraat etti.
Tutukluluğu kalkınca o sıralar kurulan Adalet Partisi'ne girdi ve 1964'te
Adalet Partisi Genel Başkan Yardımcısı oldu. 1965 seçimlerinde Trabzon
milletvekili seçildi. 1966’da Hamdullah Suphi Tanrıöver'in ölümü üzerine
yapılan kurultayda ise yeniden Türk Ocakları Genel Başkanlığı’na seçildi. Osman
Turan, Adalet Partisi’nde Genel Başkan Yardımcılığı'na kadar yükselmesine
rağmen parti yöneticileriyle fikri ayrılıklar içerisindeydi.
Nihayet, Osman Yüksel Serdengeçti ile birlikte AP’den ayrıldı ve 12
Ekim1969 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerinde Trabzon’da MHP
listesinde ilk sıradan aday oldu. Ancak seçimlerdeki başarısızlığının ardından
siyasetten kesin olarak çekildi. Osman Turan, 17 Ocak 1978 tarihinde
İstanbul’daki evinde dünyaya gözlerini yummuştur.
Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi
Osman Turan, Türk milliyetçiliğinin tarihî biçimini Türk
cihan hakimiyeti ülküsü olarak tanımlamıştır. Onun Türk Cihan Hakimiyeti
Mefkûresi Tarihi ve “nizâm-ı âlem”
kavramı, zaman zaman yanlış anlamalara yol açsa da, 1960’lardan günümüze kadar hem
kültürel hem de siyasal alanda Türk milliyetçileri üzerinde derin bir etki
bırakmıştır. (Yücel, 2008:36) Osman Turan’ın Nizam-ı alem tezi tarih, din ve
toplum hakkındaki görüşleri esasında şekillenmiştir. Turan’ın Türk cihan
hakimiyeti mefkuresine girmeden önce, bu kavramlara yönelik düşüncelerinin izlenmesi
yararlı olacaktır.
Osman Turan’ın insan, toplum,
siyaset ve tarihi çözümlemelerinin temelini ruh ve beden dengesi metaforu
oluşturmaktadır. Turan’a göre insanın mutluluğu ruh ve beden dengesinin ortaya
çıkmasıysa, devletin olgunluğu ve milletlerin yükselişinin kaynağını da bu
dengedir. “İnsanoğlu ruh ve madde gibi iki esas unsurdan müteşekkil olduğuna ve
diğer yaratıklardan bu hüviyeti ile mümtaz olduğuna göre onun sıhhat ve saadeti
ancak bu iki menşee bağlı kuvvet ve ihtiyaçlar arasındaki bir muvazene ile
mümkündür.”(Turan, 2005:51) Osman Turan’a göre tarihe bakıldığında insanda
madde ve ruh muvazenesinde dengenin her zaman maddenin lehinde olduğu görülmüştür.
Peygamberlerin, ve düşünürlerin çabası ise dengeyi ruhun lehine değiştirmeye
yönelik olmuştur. Turan bu madde ve ruh çekişmesini bir az daha ileri götürerek
kainatın en önemli kanunu gibi sunmaktadır.. Turan; “Zaten atomdan kainata,
küçük alemden (mikrokosmos) büyük aleme (makrokosmos) kadar büyük cihanşümul
nizamın bir çekme ve itme kuvvetleri muvazenensin ilahi bir ahengini teşkil
etmiyor mu?” der. (Turan, 2005:52)Bu görüşe göre, insan kendisini maddenin
yönlendirici gücüne bırakırsa aklını bir şer aleti olmaktan kurtaramaz.
Dolaysıyla manevi değerlerin sarsılması ve bunun da sonucu olarak ferdin ve toplumun
zayıflaması ve çöküşü ile karşılaşılabilir. Ruh ve madde muvazenesinin,
Turan’ın toplumsal ve tarihsel bakışı açısının kilit mefhumlarından olduğunu
söyleyebiliriz. Zira toplumların sadece çöküşünü değil onların yükselişinin
temelinde de ruh ve madde muvazenesinin oluşumunu görmektedir. Nitekim,
Türklerin cihan hakimiyeti mefkuresini benimsemesinin nedenini ve Türklerin
tarihsel başarılarını bu muvazeneye dayanarak yorumlamaktadır. Türk nizâm-ı
âlemi bu muvazenenin neticesi olduğu gibi aynı
zamanda bu dengenin koruyucusudur.
Ruh ve madde muvazenesi düşüncesinin yanı sıra Osman Turan’ın yaklaşımının diğer bir temelinin de seçkincilik olduğunu söyleyebiliriz. Turan, toplumların yükseliş ve düşüşlerini, o toplumun seçkinlerinin durumuna da bağlı olarak yorumlamaktadır. Toplumların yükselişinin, seçkinlerin mefkûre/ülkü üretmesi ve halkı peşinden sürüklemesi ile mümkün olacağını düşünmektedir. Seçkinler halkı arkalarından sürükleyecek mefkure/ülkü üretmiyorlarsa çöküş başlamış demektir. Elitlere olan bağımlılığın Türk toplumunda daha da fazla olduğunu ileri sürmektedir. Turan’a göre Türk halkı da ancak devleti ve kağanı mevcut oldukça çalışmasının faydasına inanıyor, bu durumda idareci ve idare edilen arasında büyük kaynaşma gerçekleşiyordu. (Turan, 2006:50) Türklerin tarihteki başarılı dönemlerinde önderlerin belirleyici rolü olduğuna inanmaktadır. Turan’a göre “Tarih, millet ve medeniyetlerin yükselmesi ve sukutunda (çöküşünde) türlü âmiller (sebepler) aramakla meşguldür. Lâkin bunlar arasında devlet adamları ve seçkinlerin ahlâk ve mefkûreleri kadar tesirli bir unsura rastlanmamıştır”
Osman Turan’ın Türk cihan mefkuresi
tezini değerlendirmek için din hakkındaki görüşlerini bilmek yerinde olacaktır.
Turan, toplum ve tarihi tamamıyla dinsel bir çerçevede yorumlar. Ferdi
istisnaların dışında tarih ve etnoloji dinsiz bir toplumla karşılaşmadığını
belirtir. Turan’a göre Tarih ve sosyal bilimler beşeriyetin manevi hayatında
din kadar büyük bir mevki işgal eden bir unsur kaydetmemiştir. Tarihin cereyanında,
medeniyetlerin doğuşunda ve yükselişinde, edebiyat, sanat, felsefe ve hukukun
tekamülünde, içtimai ve ahlaki nizamın tesisinde ve hatta iktisadi ve ticari
faaliyetlerle gündelik hayatın türlü tezahürlerinde ve nihayet yeni çağlarda
daha belirli bir şekilde meydana çıkan, vatan ve milliyet duygularının uyanması
ve müdafaasında öyle temel bir unsur vazifesini görmüştür ki, bu müessesenin
mevcudiyetini düşünmeksizin ne bir cemiyet ne de bir kültür ve medeniyetin
mevcudiyeti bahis mevzusu olabilir. (Turan, 2005.75-76) Osman Turan’a göre din,
milletlerin doğuşunda ve gelişme sürecinde belirleyici rol oynamaktadır.
Turan’a göre aslında din sadece toplumların değil bireylerin de hayatında esas
rolü oynamaktadır. Bu görüşe göre, dinin, bireyii maddenin esaretinden
kurtardığı, insanları yüksek ahlaki değerlerle donattığı ve onları terakki
yoluna sevk ettiği görülmektedir. Din aslında bunları insanlarda madde ve ruh
arasında muvazene yaratarak başarmaktadır. (Turan, 2005:77)
Bu çerçevede, Osman Turan’a göre
dini dikkate almadan Türk tarihini yorumlamak mümkün değildir. XI. Asırda
İslamiyet, Türklerin umumi bir dini haline gelinceye kadar Türklerin dini
Şamanlık idi. Hun devrinden itibaren Türklerde tek tanrı inancı belirginleşir.
Turan’a göre, Hunlar döneminde tanrı kelimesi hem göğü, hem de uluhiyeti ifade
ediyordu. Ayrıca Orhun kitabelerinde yer, gök ve bütün mahlûkların yaratıcısı,
insanların iyi veya kötü kaderlerini tayin edici bir “tanrı” fikrinin artık
teşekkül ettiği görülmektedir. (Turan, 2006:66) Türkler ruhun ebediliğine ve
dolaysıyla ahiret inancına sahiplerdi (Turan, 2006:68). Bununla birlikte
Türklerin düzenli olarak ibadet ve ibadetgahları olmadığı, bazı ortak ayin ve
merasimin dışında, istenilen ve ihtiyaç duyulduğu zaman baş açıp, yüzü ve
elleri göğe kaldırıp tanrıya dua edildiği anlaşılıyor (Turan, 2006:71). Eski
Türklerde peygamber ve kutsal kitap olmadığı için, Kamların (şaman) büyük
görevleri ve nüfuzları vardı. Kamların önemli sosyal, kültürel, sağlık, dini ve
siyasi misyonlar yerine getirdikleri bilinmektedir. (Turan, 2006:72-80)
Türklerin İslam’ı kabul etmeleri
Turan’ın düşüncesinde ve çalışmalarında önemli bir yer tutmuştur. Türklerin
İslam dinine kitlesel olarak geçişi ile X. asırda gerçekleşen ve Turan’a göre
Türk tarihin en önemli hadisesi olan İslamlaşma, başka milletlerde olduğu gibi
istila yoluyla değil, Türklerin rıza ve isteği ile mümkün olmuştur. rıza ve istekleri ile İslamı kabul etmelerinde,
Türklerin kendi peygamberlerinin olmaması, İslam’ın öğretisinin Türklerin
inançlarına çok yakın olması, Muhammed peygamberin Türkler hakkındaki olumlu
sözleri (hadis), İslam’ın cihad ve şehadet mefhumu ile Türklerin savaşçı ruhu
arasındaki paralellikler kolaylaştırıcı etki yaratmıştır. (Turan, 2006:166) Son
olarak, Türklerin İslâm’ı kabul etmelerini kolaylaştıran sebeplerin, ayın
zamanda İslâm’ı Türklerin milli dini haline getirdiğini de belirtmektedir.
Osman Turan’ın düşüncelerinin
temellerini belirtikten sonra bir adım daha ilerleyerek onun Türk cihan hâkimiyeti
mefkuresini incelemek yerinde olacaktır. Turan,
Türklerin cihan hâkimiyeti mefkuresinin yeni olmadığını, bilakis tarihi bir
kökeni olduğunu belirtir. Türklerin Cihan hâkimiyeti “Hunlar, bilhassa onların
hükümdarı Mete” ile başlar. Bu mefkure Türklerin içinde hep var olmuş ve koşulları
oluştukta eyleme dönüşmüştür. Turan’a göre, bu mefkure sayesinde Türkler tarih sahnesine
damgalarını vurmuşlar ve Selçuklu ve Osmanlı gibi imparatorluklar kurabilmeyi
başarmışlardır. Türklerin bu tarihten
gelen ve hep var olan bu cihangirlik tasavvuru bir toprak işgali ve
genişlemekten ziyade, esasen tanrısal bir misyon içermektedir. Çünkü Türkler
kendileri seçilmiş bir millet olarak tasavvur ederler. Onlar tanrı tarafından
seçilmiş ve tanrısal bir misyon ile görevlendirilmişlerdir. Türkler bu ilahi
kaynaklı misyona inandıklarında tarih sahnesine çıkarak devlet kurmuşlardır.
Osman Turan, bu çerçevede Türk cihan mefkuresinin dinsel kaynaklı olduğunu
ileri sürmektedir. Turan, Türkler milli, dini ve insani duygularını ahenkli bir
şekilde terkib ederek, bir dünya nizamı davası güttüklerini belirtiyor.
(Türkler) Allah’ın cihan hâkimiyetini kendilerine emanet ettiğine inanıyorlardı
Millet kendini tanrının seçilmiş milleti olarak görmüşse kendi anlamını tanrıda
bulmuş demektedir. Turan, cihan mefkuresini dinsel bir çerçevede yorumlayarak
dini milletin olmazsa olmazı konumuna getirmektedir. Bu nedenle Turan’ın
düşüncelerinde dinin millete öncelliği ve üstünlüğü vardır. Milleti dine
gönderme yaparak yorumlamaktadır.
Osman Turan’a göre Türklerde siyasi
iktidarın kaynağı da tanrısaldır. Bütün Türk hükümdarları kendi iktidarlarını
tanrı tarafından verildiği ileri sürmüşlerdir. Bilge Kağan “ Türk Tanrısı Türk
milleti yok olmasın diye beni kağanlığa oturttu”, “ Tanrı güç verdiği Türk
askerleri kurt gibi ve düşmanları koyun gibi idi” sözleri ve bir Uygur hükümdarının “göklerin sahibi
(Tanrı) yer yüzü ülkelerinin ve birçok kulların hâkimiyetini bize verdi” ifadeleri
iktidarın tanrısal kökenli olduğunu belirtmektedir. Oğuz hakimiyetini
tanrısal bir kaynaktan ve Uygur hanları
semavi bir ışıktan aldıklarını iddia ederler. Avrupa Hunları da Attila’yı ilahi
kaynaktan gelmiş biliyor; dünya hakimiyetinin kendilerine verildiğine ve
tanrının askeri olduğuna inanıyorlardı. (Turan, 2006:114) Bu inanç Türklerden
Moğollara da intikal etmiştir. Nitekim Moğollar da “gökler tanrının yeri yüzü Cengiz
Han’a aittir” inancına sahiplerdi. (Turan, 2006:115) Görüldüğü gibi Türkler kendilerini
tanrının ordusu gibi algılamışlardır(Turan, 2006:114). Turan’a göre Türklerde
sadece iktidarın kaynağı tanrısal olmakla kalmamış Türk hanedanlarına mensup
hakan, sultan, şehzade ve beylerin kutsal menşeli ve oğuz nesli bulunmaları
dolayısıyla ölüm cezalarında kanları akıtılmıyordu. (Turan, 2006:118)
Turan’a göre iktidarın tanrısal kaynaklı algılanması, yöneten ve yönetilen ilişkisini insani bir çerçevede tutuyordu. Türklerde hem siyasi iktidar hem de hakimin kutsallığı, hakim ve tebaa ilişkisini kölelik, despotizm veya tiranlığa dönüştürmüyordu. Tam tersine bir babalık ve velilik olgusuna hizmet ediyordu. Türk devlet anlayışına göre hükümdarların millet ve tebaalarına karşı adalet, şefkat ve himaye göstermeleri bu babalık sıfatı ile alakalı idi. (Turan, 2006:120) Bu babalık özellikle hakanların sofra açmalarında kendini göstermekteydi.
Osman Turan’a göre tanrısallık hem
kendi toplumuna hem de dışarıya dönük sorumluluk getiriyordu. Türkler madde ve
ruh arasında muvazeneyi sağlamakta başarılı oldukları için dünyaya adalet
getirmekle de kendilerini yükümlü görüyorlardı. Bu yükümlülüğün yine tanrısal olması
sebebiyle yerine getirilmediğinde cezalandırılıyorlardı. Tanrı Türk toplumu
kuruduğu gibi onları denetliyordu da. Türk tanrısı sevdiği ve himaye ettiği
milletlerin hanları, beyleri ve halkı doğru yoldan, milli örf ve nizamdan (töre)
ayrıldığı zaman onları cezalandırır.
Turan’a göre, Türklerin tanrısal bir yükümlülükleri vardı ve bu yükümlülüklerini yerine getirmek için de maddi kudrete, toplumsal ve güçlü toplumsal ahlaki bünyeye gereksinim duyulması doğaldı. Türkler bu yükümlülükleri gerçekleştirebilecek hem maddi hem de güçlü toplusal bünyeye sahiplerdi. Maddi güç içersinde askeri güç tayin edicidir. Türkler ilk olarak atı savaş vasıtası haline getirmiş ve okçu süvari ordularını ortaya çıkışını sağlamışlardır. Türklerin askeri yetkinlikleri buradan kaynaklanmıştır. (Turan, 2006:129)
Öte yandan, Turan’a göre Türklerin
başarısı sadece askeri kudretle açıklanamaz. Bu askeri kudretin yanı sıra milli
ahlak ve gelenek üstünlüğü de söz konusudur. Nitekim bir Hun imparatorunun, Türklerin Çinlilerden
daha kudretli oluşlarını, milli ahlâk ve an’anelerinin üstünlüğüne bağlaması
dikkate şayandır. Turan’a göre Türklerdeki kahramanlık kültünü unutmamak
lâzımdır. Ölümü esir düşmeğe tercih eden bir Hun hükümdarının “ölürsek, dünya
durdukça kahramanlık şöhretimiz yaşayacak; oğullarımız ve torunlarımız başka
milletlerin başbuğları olacaktır” demesi, çok anlamlıdır.
Turan’ın düşüncesine göre,
Türklerin cihan hakimiyeti mefkuresinin İslam dinini kabul ettikten sonra
yeniden bir şahlanışa geçtiğini söyleyebiliriz. Turan “İslam olmasaydı Türkler
yok olurdu” şeklinde bir fikri seslendirmektedir. Turan’a göre İslam, Türkleri
hem yeniden var etti hem de onları tarih sahnesine Osmanlı ve Selçuklu gibi
imparatorluklar kurarak çıkmasını sağladı. Buna göre, Türkler Anadolu’ya
Müslüman olarak gelmemiş olsalardı Karadeniz’in şimalinde bin yıl zarfında
hicret eden ırkdaşlarının akıbetlerine uğrayarak yok olur; tarihin istikametini
değiştiren Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları, onların kurduğu dünya nizamı
ve medeniyet bahis mevzu olamaz ve bugünkü Türkiye de vücut bulamazdı.(Turan, 2005:76) Turan’a göre İslam
Şamanizm’den sonra Türkleri yeniden seferber etmeyi başardı. Bu da İslam’ın
özellikle hayır ve doğru yolda cihadı Türklerin Şamanizm devrindeki fikirle
daha yakın olmasından kaynaklanmaktaydı. (Turan, 2006:194)
Osman Turan’a göre, Türkler İslâm
dini ve medeniyetine girince, maddi – manevi bir yükselişe eriştikleri gibi,
kendi cihan hâkimiyeti mefkûrelerini ve dünya nizamı davalarını da orada
bulmuşlardı. (Turan, 2006:194) Bu devirde (Selçuklular devrinde) Türk cihân
hâkimiyeti fikri artık umumi bir inanç haline gelmişti. Müslüman dünyası,
Selçuklu hâkimiyetini o derece takdir ve tebcil etmiştir ki, devletin
kuruluşundan önce yurt ve geçim arayan büyük Oğuz göçebelerinin akın ve
yağmalarına rağmen, yeni devrin getirdiği emniyet ve saadet dolayısıyla, onlara
karşı da hiçbir şikâyet izi kalmamıştı (Turan, 2006:200) Selçuklulardan sonra
İslam dünyasında kurulan devletler umumiyetle Türklere aitti. İslam dünyasında hakimiyet
Türklerin ele geçmiş ve Türkler İslam dünyasının koruyucusu haline
gelmişlerdi. Nitekim Haçlılara karşı müdafaayı da Türkler yapmışlardı. (Turan, 2006:199)
Turan’ın düşüncesinde Osmanlı İmparatorluğunun
ayrıcalıklı bir yeri vardır. Osmanlı İmparatorluğunu Türklerin kurduğu en büyük
ve en doğru düzen olarak görmektedir. Turan’ın Türk cihan mefkuresi içinde
özgün bir model olarak görmektedir.
Osmanlı’nın hürriyet, adalet ve dinsel-mezhepsel hoşgörüye sahip olduğu
ve bu özellikleri nedeni ile eski ve yeni dönemde emsalsiz bir imparatorluk
olmuştur. (Turan, 2006:26) Turan’a göre
Türk ve İslam tarihinin en muhteşem devri Osmanlıların eseridir. Osmanlı milli
ve İslam düşüncesinin başarılı sentezi yapmış,
sağladığı sosyal adalet ve siyasi istikrarı vasıtası ile Nizam-ı alem
mefkuresinin en güçlü temsilcisi olmuştur.
Turan’a göre Osmanlı hanedanı dünyada hiçbir aileye nasip olmayan büyük
ve dahi padişahları birbiri ardından yetiştirmekle bu devlete yalnız en yüksek
hayatiyeti bahşetmekle kalmadı; onu milli, İslami ve insani idealler üzerinde
ve milletlerin kalbini kazanarak cihan hakimiyeti mefkuresinin de en ileri
derecesini gerçekleşmiştir. (Turan, 2006:231)
Turan, Avrupa’daki bugünkü
gelişmelerin temelinde de Müslümanları özellikle Türkleri görmektedir. Roma ve Eski
Yunan yapıtlarının Avrupa’ya taşınması ve İbn Rüşd’ün tefekkürünün Batı’da
önemsenmesi gelişmelerine de olumlu etki sağlamıştır. (Turan, 2005:77)
Tarih
Osman Turan, Türk cihan hakimiyeti mefkuresini oluşturmak için tarihe başvurmuştur. Turan, tarihin, milletin doğuş ve yükselişlerinde tein edici rolü olduğunu düşünmektedir. Milletin varlığını kurma, sürdürme ve kalkınmasının tarihle mümkün olacağını düşünmektedir. Ona göre, “devrimizde tarih şuurunu taşıyan milletler, milli kudret ve medeniyet hamlelerinde bu hazineden faydalandıkça, tarihin onlara faydası” vardır. Bu sebeple tarih, yazılıp, bir kültür ve şuur kaynağı olmadıkça, toprak altında kalan kıymetli madenler gibi hiçbir mana ifade etmez. Her ileri milletin veya her medeni hamleye girişen memleketin tarih araştırmalarına çok önem vermesine gerektiğini vurgulamaktadır. Diğer milletler de kendileri yaratmak için tarihe gereksinim duyarlar, ancak Türklerin bu konuyu tarihi geçmişlerinin büyüklüğü sebebiyle daha fazla yönelmeleri gerekmektedir. Tarihe dönmesinin, onun büyük geçmişini daha fazla tanımasını sağlayacağını, dolayısıyla kendine milli bir güven vereceğini düşünmektedir. Çünkü “Türk milleti tarihte ne kadar azametli bir mevkie sahip ise, onun tetkikinde ve kültür hazinesi olarak kullanılmasında o derece geri kaldığı bir hakikattir” fikrine sahiptir. Turan, tarih çalışmalarında, ilmi olduğu kadar milli ve terbiyevi bir gaye de takip ettiğini de ifade eder. Zira, ona göre, tarih, Türklerin üstünlük ve inhitat (çökme) devirlerine ait mefkûrevi durumlarını birbirleriyle mukayese etmek imkânını sağlayacak ve şüphesiz birtakım dersler alma imkanı yaratacaktır. Böylece ortaya konan kültür ve mefkûresinin “yeni neslin zekâ ve enerjisini ateşleyeceği” ve kabiliyetlerin “ulvi gayeler” uğrunda harekete geçireceği kanaatindedir.
Türkiye’de Manevi Buhran:
Batılılaşma ve Laiklik
Osman Turan’a göre Türkiye çok
boyutlu bir buhran içerisindedir. Buhranın sebebini de madde ve ruh arasında
muvazenenin bozulması olarak görmektedir. Bu dengenin bozulmasında ise Batılılaşmaya
önemli bir rol biçmektedir. Turan’a göre
“Milli mefkûre ve inançlar” Tanzimat’tan itibaren sarsılmaya
başlamıştır. Bu süreç Türkiye toplumunda seçkinler arasında “ ideolojik
düşmanlık cepheleri” yaratmış, toplumsal kurumlar içine nifak ve çatışma sokmuş
ve nihayet “halk kitlelerini etnik ve mezhebi tefrikalarla parçalama”nın
temelleri atılmıştır. Bu süreç bir taraftan “milli kültür, (milli) mefkûre
(ülkü) ve vatan” bilincine zarar vermiş ve aynı zamanda “milli birliği” tehdit
altına almıştır.
Osman Turan esasen, Ali Bey
Hüseyinzade ve Ziya Gökalp tarafından ortaya atılan ve geliştirilen Türkleşme,
İslamlaşma ve Çağdaşlaşama tezini kabullenmektedir. Başka bir ifade ile
Türkiye’nin Batılılaşma sürecini desteklemekte ancak bunu dengeli bir şekilde, Türk
ve İslam kimliğine zarar vermeden gerçekleşmesi gerektiğini savunmaktadır.
Turan’a göre Türkiye, Tanzimat’la birlikte sağlıksız bir Batılılaşma sürecine
girmiş ve Türkleşme , İslamlaşma ve Çağdaşlaşama tezini geride bırakarak Avrupalaşmaya ağırlık
vermiştir.
Osman Turan’ın tarihsel, sosyolojik
görüşlerinde, dinin temel belirleyici olması Türkiye’de Laiklik tartışmasında
da nerede durduğu konusunda işaret verebilecektir. Turan, Laikliği toplumun
gelişmesi, kalkınması ve özgürleşmesi anlamında tein edici bulmaktadır. Ancak Osman Turan’ın laiklik tanımlaması
Türkiye’deki yürürlükte olan Laiklik anlayışından ciddi farklılık
göstermektedir. Turan’ın, Laiklik
anlayışında inanma, ibadet ve ayinden başka daha birçok hak ve hürriyetlere
saygı gösterilmesi ve imkan tanınması şarttır. Filhakika; tahsil ve terbiye, dini
neşriyat (kitap, gazete, radyo, konferans), her seviyede dini mektep, (orta ve
yüksek derecede), din ilimlilerinin tetkik ve araştırma müesseseleri, dini
teşkilat ve cemiyet kurma hak ve hürriyetleri mevcut olmayan bir memlekette
laiklikten bahsedilmez. (Turan, 2005:112)
Turan, Türkiye’de Laikliğin özsel
olarak değil şekilsel olarak kabul edildiğini düşünmektedir. Diyanet
teşkilatının devlet bünyesindeki varlığını ve onun üzerindeki devlet baskısı
laikliğin ihlali olarak görmektedir. Okullarda dini derslerin verilmemesi,
diyanet teşkilatının da bu hususta engellenmesi, dini cemaat ve teşekküllerin
kurulmasının yasaklanması, tatil günlerinde cumadan pazara geçilmesini bu yönde
değerlendirir.
Osman Turan’a göre, Türkiye’deki Laikleşme sorununa farklı bir noktadan yola çıkılmaktadır. Buna göre, Avrupa’daki Laiklik aslında dinler ve mezhepler arası çatışmalara son vermek esasında ortaya çıkmış ve bu sorunların çözümü için bir model olmuştur. Bu nedenle Avrupa’da Laikleşme, toplumsal ve siyasal süreçlerin doğal bir sonucudur. Türkiye’deki Laikleşme ise bu tür toplumsal koşulların bir sonucu değildir. Zira, Turan’a göre Türkiye’de dinler ve mezhepler arası çatışma söz konusu değildi. Diğer taraftan da, tabandan şeriat devleti kurmaya yönelik de herhangi bir baskı da söz konusu değildi. Bu nedenle Türkiye’deki laikleşme sağlam yörüngesinden çıkmış ve temel hedefi Türk toplumunda var olan milli ve dini direnci kırmak olmuştur. Türk toplumunda var olan dini-milli direnç, yanlış bir şekilde gericilik olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle de Turan’a göre, Türkiye’deki Laikleşme din aleyhtarlığına dönüşmüş ve asıl özünden uzaklaşmıştır. Osman Turan, Türkiye’deki çarpık Laikleşmenin aslında yanlış Batılılaşma projesinin bir ürünü olduğunu iddia eder. Bu yanlış Batlılaşmanın hedefi, “Türk toplumunun bilimsel ve kültüre ilerleme sağlaması” olmuştur. Ancak bu yönelimin sonucuna bakıldığında, Türk toplumunda ne bilimsel ne de kültürel herhangi bir ilerleme görülmemektedir. Tam tersine sosyal ve ahlaki nizam zayıflamış, feragat, fedakarlık ve fazilet duyguları eski kuvvetini kaybetmiş, menfaat, maddi hırslar ve zabıt vakaları artarak manevi huzur bozulmuştur. (Turan, 2005:134-135)
Turan’a göre Türkiye’deki Laiklik,
Komünizmin gelişmesine yardımcı olmaktadır. Komünizm düşmanlığı esasen Osman
Turan’ın siyasi faaliyetlerinin önemli bölümünü oluşturmuştur. Öncellikle,
Türkiye’de bir Komünizm tehlikesi olduğuna inanmaktadır. (Turan, 1980: 17,)
Komünizm bir moda ve dış desteğe sahip bir siyasi akımdır. (Turan, 1980:178). Turan bu noktada özellikle
materyalizme karşı çıkmakta ve onun manevi buhran yarattığına, ve madde–ruh muvazenesini bozduğuna
inanmaktadır. Turan’a göre Komünizm maddi sefaletin değil manevi sefaletin bir mahsulüdür
(Turan, 1980.19) Dahası, Türkiye’de manevi bir boşluk vardır ve bu manevi
boşluk Komünizmin gelişmesine zemin sağlamaktadır. Son olarak, Turan’a göre
toplumların gelişmesinde özel teşebbüsün, önemli bir yeri vardır. (Turan, 1980:
104) Komünizm ise özel teşebbüsü yok ederek toplumsal ilerlemeyi bir kez daha
engellemektedir
Dış Politika
Osman Turan’ın dış politikaya
ilişkin düşüncelerinde de din ve milliyetçiliğe dayandığını söyleyebiliriz. Bu
çerçevede, İstanbul’un İslam dünyasındaki rehber/merkez konumunun kaybetmesini
önemli bir kayıp olarak gören Turan’a göre, İstanbul’da önemli ölçüde dini
kültür müesseseleri bulunmaktadır. Bu da İstanbul’a İslam dünyasında rehber
olma potansiyeli sunmaktadır. İlahiyat fakültelerin geliştirilmesi ve dini
konularda neşriyatın artırılmasıyla bu merkezi konumu yeniden devam ettirmek
mümkündür. Bu durum Türkiye için sadece manevi değil, ayrıca ciddi mali kaynak
da sağlayabilir. İslam dünyasından turist çekilmesine olanak sağlar. Osman Turan buradan yola çıkarak, Türkiye’nin
İslam ülkelerinin liderliğini yapabilme potansiyelinin olduğunu düşünmektedir.
Türkiye’nin bu bölgelerde tarihi olarak hüküm sürerken orada olumlu izlenim
bıraktığı ve bu tarihi mirasın Türkiye’yi rehberliğe taşıyabileceğini
düşünmektedir.(Turan, 2005:171-172)
Osman Turan’ın dış politika
görüşlerinde dış Türkler de önemli bir yer tutar. Turan’a göre “çok geniş
sahalara yayılmış Türk toplulukları en basit haklardan mahrum bırakılmış; milli
kültür, dil ve sosyal varlıklarını koruyamayacak bir duruma düşürülmüş, hatta
bazı ülkelerde de esaret, tehcir ve katil yolları ile imha siyasetine tabi
tutulmuşlardır.”(Turan, 2005: 207). Turan’a göre Türk devletinin kudreti ve
dünya şartları sebebi ile Türk dünyanın ağır yüklerini taşıma imkanı vermemektedir.
Ayrıca Türkiye’nin duygusal olarak bu topluluklarla ilgilenmesi normaldir.
Ancak Türkiye’nin bu duygudaşlığı Türkiye’nin yeniden yayılmacı bir siyaset
şeklinde yürüdüğünü göstermeye çalışılmaktadır. Türkiye’nin burarda önceliği
daha önce Osmanlı hudutları içinde kalan bölgeler olmalıdır. Burada da Batı
Trakya gibi anlaşmalar gereği Türkiye’nin savunma hakkını teminat altına aldığı
bölgeler öncelik taşımaktadır. (Turan, 2005
:210-211)
Sonuç ve Genel Değerlendirme
Osman Turan, Milliyetçi-muhafazakar çizginin en önemli
simalarından sayılmaktadır. Osman Turan’ın milliyetçi-muhafazakar anlayışı;
Türk tarihinin devamlılığı, Türklerin sentez kabiliyeti, madde ve ruh
muvazenesinin zorunluluğu, bir üst çerçeve olarak din ve İslâm medeniyetinin
Türkler için ifade ettiği anlam, nizâm-ı âlem ve adâlete dayalı Türk cihan
hâkimiyeti ülküsü gibi ilke ve kavramlara dayanır. (Yücel, 2008:35-36).
Turan’ın da mensubu olduğu Milliyetçi muhafazakar
eğilim dincilik değil dindarlık isteğini temsil etmektedir. (Bora, 2009: 127)
Bu dindarlık isteği, aslında cumhuriyetin sosyal ethosunu oluşturmaktaki zaafı
sebebi ile (Bora, 2009: 125) milliyetçilere göre ortaya çıkmış “manevi boşluğu”
doldurmaya talip olmuştur. Bu akım 50’lerde tohumları atılıp 60’larda
serpilerek (Bora, 2009: 127) daha sonra da Türk siyasi hayatına damga vuracak
bir siyasi akıma çevrilmiştir. Osman Turan’ın siyasi ve düşünsel hayatının
biçimlenişi bu milliyetçi-muhafazakar akımın düşünsel şekillenişi ile eş
zamanlı oluşu bakımından önemlidir. Bu süreç, Bora’nın da tespit ettiği gibi
Türk Ocakları’nın yeniden açılışı, ülkücü hareketin doğuşu ve çok geniş çapta milliyetçi-muhafazakar
gazeteci ve yazarın ortaya çıkışına eşlik etmiştir.
Osman Turan’ın Ziya Gökalp’in düşüncelerinden etkilendiği
açıktır. Turan’ın düşüncesinin temel taşlarından olan mefkure/ülkü Gökalp’ın
mirasıdır. Ancak Turan’ın, Gökalp’in medeniyet ve kültür ayrımı konusunda
farklı bir yol izlediği ve medeniyeti daha geniş anlamda kullandığını ve
dolaysıyla Gökalp’ın kültür ve medeniyeti ayrımını yadsıdığı söyleyebiliriz.
Osman Turan’ın düşüncesinin diğer temel taşlarından biri olan ruh ve madde
muvazenesini Gökalp’in kültür ve medeniyet arasındaki denge mefhumundan yola
çıkarak kullandığı söylenebilir. Gökalp ve Turan arasındaki fikir ayrımının en
bariz noktasının Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki fikirleri olduğunu
söyleyebiliriz. Gökalp Osmanlı’yı topuluk olarak tanımlarken Turan ise
Osmanlı’nın insanlık tarihinin en başarılı yapıtı gibi görmektedir.
Antropolojik bir değerlendirme yaparsak, Türklerin kendilerini tanrının seçilmiş bir milleti olarak tanımlayarak siyasal iktidarın kaynağını tanrısal olarak nitelemeleri ile aslında anlamın toplumun içinde değil onun dışında olduğunu gördükleri sonucu çıkarılabilir. Turan’ın Türk tarihi yorumu, kendi anlamını toplumun dışında arayan ve onu tanrıya göndermek yaparak kurgulayan, anlamı gerçekleştirme enerjisini de aynı kaynaktan alan ve dolayısıyla kendisiyle yabancılaşan bölünmüş bir toplum anlayışıdır. Diğer bir deyişle, kendi anlamını tanrıya gönderme yaparak oluşturan ve kendini ona borçlu gören bir toplum tasarısıdır. Turan’ın düşüncesinde de Türkler kendilerini tanrıya borçlu olarak görmüşlerdir. Bu çerçevede, cihan hakimiyeti mefkuresi, siyasi iktidar, yöneten ve yönetici ilişkisi de aslında bir borçlu ve alacaklı ilişkisin somutlaşmasıdır.
Bora, Tanil. (2009). Türk Sağının
Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul.
Turan, Osman. (2006) Türk Cihan
Hakimiyeti Mefkuresi, ÖTKEN, İstanbul .
Turan, O.(2003) Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, ÖTKEN, İstanbul .
Turan, O.(2005) Selçuklular ve İslamiyet, ÖTKEN, İstanbul .
Turan, O. (2005) Türkiye'de Manevî Buhran - Din ve Laiklik, ÖTKEN, İstanbul .
Turan, O. 71980) Türkiye’de Komünizmin Kaynakları, Nakışlar Yayınları, İstanbul .
Turan,o. (1980) Vatan’da Gurbet, Nakışlar Yayınları, İstanbul.
Kozan, Tayfur. (2010) Osman
Turan’a Göre Din ve Türk Cihan
Hakimiyeti, İrfan Yayıncılık, İstanbul .
Hacaloğlu, Yücel. (2008) Vefatının 30. Yılında PROF. DR. OSMAN TURAN’I ANIYORUZ, Türk Ocakları, Ankara.
Hacaloğlu, Yücel. (2008) Vefatının 30. Yılında PROF. DR. OSMAN TURAN’I ANIYORUZ, Türk Ocakları, Ankara.
güzel bir yazı olmuş.
YanıtlaSil