Arif Keskin
1919 yılının Ocak ayında, ‘asayişi bozma ve Ermenilere zor kullanma' iddiasıyla Divan-ı Harp'te (askeri mahkeme) idam cezası ile yargılanan Gökalp, idam cezası almamış, ancak Malta'ya sürülmüştür. Malta'da çok sıkıntılı bir yaşam süren, Gökalp sürgün döneminde çalışmalarına bir süre ara vermek zorunda kalmıştır. 30 Nisan 1921'de Kars Savaşında esir alınan İngilizlerin karşılığında Malta'da esir Türklerin serbest bırakılması ile birlikte Yurda dönerek Diyarbakır'a yerleşmiştir.
1922'de Muallim Mektebi'nde (Eğitim Fakültesi) felsefe dersleri vermeye başlayan Gökalp, bir taraftan da dergi çıkarma çalışmalarına devam etmiştir. Bu dönemde, Ahmet Ağaoğlu'nun desteği ile "Küçük Mecmua" dergisini çıkarmıştır. 1923 yılında Telif ve Tercüme Encümeni Reisliği'ne (Kültürel Yayınlar Dairesi Müdürlüğü) getirilmiştir. 11 Ağustos 1923 tarihinde Diyarbakır'dan Milletvekili seçilen Gökalp; 1924 yılı başlarında rahatsızlanan Gökalp, 25 Ekim 1924 tarihinde vefat etmiştir
Gökalp, Ziya. (2007). Türkçülüğün Esasları, İnkılap Yayınları, İstanbul.
Türk
milliyetçiliğinin düşünsel-fikri şekillenmesinde Ziya Gökalp’in kendine özgü bir
yeri vardır. Gökalp, Türk milliyetçiliğini bir düşünce sistemi haline getiren
ilk ve en önemli çabaların birisi sayılmaktadır. Gökalp, kendisinden önce gelen
Türk milliyetçilerinin tarih, toplum, millet, kültür, uygarlık, batı ve İslam
gibi sorunsallar hakkındaki dağınık düşüncelerini bir araya getirerek sistemli
bir fikir hareketine çevirerek Türk milliyetçiliğinin bir ideoloji haline gelmesine
de büyük katkıda bulunmuştur. Bu açıdan bakıldığında Ziya Gökalp’ı anlamak,
Türk milliyetçiliği hakkında sağlıklı, kapsayıcı ve derinlemesine incelemek için
gereklidir.
Elinizdeki çalışma, Türk milliyetçiliğini anlama
doğrultusunda Ziya Gökalp üzerine odaklanmıştır. Çalışmanın hedefi Gökalp’ın
Türkçülüğün ideolojik tasarımı etrafında oluşturduğu kavramlarını tanımlamak ve
bu kavramlar üzerine inşa ettiği Türk milliyetçiliği teorisini irdelemektir.
Ziya Gökalp’ın Yaşamına Genel Bir Bakış
Vilayet Evrak Memuru Mehmet Tevfik Efendi ile
Zeliha Hanım'ın oğlu, gerçek ismiyle Mehmet Ziya, 23 Mart 1876 yılında
Diyarbakır'da doğmuştur. Gökalp, 1886
yılında Mektebi Rüştiye-i Askeriye’de eğitim almaya başlamış, 1891 yılında ikinci sınıftan kayıt yaptırarak
İdadi-i Mülkiye'ye girmiştir. Maddi
sıkıntılar sebebi İstanbul’da eğitim alamayan Gökalp 1894 yılında intihar
girişiminde bulunmuştur (Nüzhet,1931:21).
İntihar olayından sonra kendini tekrar okumaya
veren Gökalp, eğitimine devam etme isteğiyle 1895 yılında kardeşi ile birlikte
İstanbul'a gelmiştir. Fakat parası olmadığı için ancak ücretsiz olan Veteriner
Mektebine kayıt yaptırabilmiştir (Muhamettin,1998:88). Gökalp, İstanbul'da
bulunduğu bu dönemde Batı kültürünü de tanımaya yönelmiştir. Okulda yasak
yayınları okuması ve farklı çıkışları ile dikkati çeken Gökalp, 1899 yılında
geçirdiği soruşturmanın ardından ‘yasak kitapları okuma ve zararlı derneklere
üye olma' gerekçesiyle cezaevine gönderilmiştir. 12 aylık cezaevi yaşamından
sonra, okuldan da uzaklaştırılarak Diyarbakır'a sürülmüştür. 1900 yılında
amcasının kızı ile evlenerek Diyarbakır'a yerleşen Gökalp, küçük memuriyetlerde
çalışmaya başlamıştır. 1903 yılından sonra Diyarbakır Ticaret Odası'nda çeşitli
görevlerde bulunmuş; bu sırada, Vilayet Gazetesi Başyazarlığı görevini de
yürütmüştür.
Ziya Gökalp, 1908'de İttihat ve Terakki'nin
Diyarbakır, Van ve Bitlis heyetlerinin müfettişliğine atanmıştır. 1909 yılında
Darülfünun'da hocalık yapmak üzere İstanbul'a gelen Gökalp; orada birkaç ay kalmış,
yeterli ücret alamadığı için tekrar Diyarbakır'a dönerek, "Peyman"
gazetesini çıkarmaya başlamıştır. 1909 yılının son aylarında ise İttihat ve
Terakki tarafından Selanik'e gönderilmiştir (Nüzhet,1931:47).
Ziya Gökalp, 1912'de ailesi ile birlikte bir kez
daha İstanbul'a yerleşmiştir. Bu dönemde, Darülfünun ve Eğitim Fakültesinde
Gökalp'ın eğitimle ilgili görüşleri kabul edilmiş; ders programları, okutulacak
dersler ve kitaplar onun önerileri doğrultusunda kararlaştırılmıştır. 1913 ve
1914 yıllarında kendisine teklif edilen Maarif Nazırlığı (Milli Eğitim
Bakanlığı) görevini kabul etmemiş, Edebiyat Fakültesinde Sosyoloji Hocalığı
görevine devam etmiştir. Bu göreviyle birlikte Gökalp, İstanbul
Üniversitesi'nde ilk sosyoloji profesörü olmuştur.
1919 yılının Ocak ayında, ‘asayişi bozma ve Ermenilere zor kullanma' iddiasıyla Divan-ı Harp'te (askeri mahkeme) idam cezası ile yargılanan Gökalp, idam cezası almamış, ancak Malta'ya sürülmüştür. Malta'da çok sıkıntılı bir yaşam süren, Gökalp sürgün döneminde çalışmalarına bir süre ara vermek zorunda kalmıştır. 30 Nisan 1921'de Kars Savaşında esir alınan İngilizlerin karşılığında Malta'da esir Türklerin serbest bırakılması ile birlikte Yurda dönerek Diyarbakır'a yerleşmiştir.
1922'de Muallim Mektebi'nde (Eğitim Fakültesi) felsefe dersleri vermeye başlayan Gökalp, bir taraftan da dergi çıkarma çalışmalarına devam etmiştir. Bu dönemde, Ahmet Ağaoğlu'nun desteği ile "Küçük Mecmua" dergisini çıkarmıştır. 1923 yılında Telif ve Tercüme Encümeni Reisliği'ne (Kültürel Yayınlar Dairesi Müdürlüğü) getirilmiştir. 11 Ağustos 1923 tarihinde Diyarbakır'dan Milletvekili seçilen Gökalp; 1924 yılı başlarında rahatsızlanan Gökalp, 25 Ekim 1924 tarihinde vefat etmiştir
Ulus ve Uluslaşma Süreci
Ziya Gökalp’ın Türk milliyetçiliği tezinin
merkezinde millet tanımı bulunur. Başka bir ifade ile, temel hedefini Türk
ulusu inşa etmek olarak tanımlayan Gökalp’ın düşünce sisteminin, millet
tasarımı esasında şekillendiğini söyleyebiliriz.
Gökalp, millet tanımındaki coğrafya, ırk, ortak
siyasi hayat ve iradi esasları eleştirerek kendi millet tanımını ortaya koymakla
işe başlar. Bu tanımda kültür ise belirleyici bir rol oynamaktadır. Ziya
Gökalp’e göre:
1. Coğrafya
milleti tanımlamak için esas teşkil edemez. Çünkü belirli bir coğrafya içinde
sadece bir değil birkaç millet yaşamaktadır. İran coğrafyası sadece Farslardan
oluşmamakta bu coğrafyada Kürt ve Türk ve diğer gruplarda yaşamaktadır. Irak
sadece Arapların değil aynı zamanda Türklerin ve Kürtlerin de yaşadığı bir
yerdir.
2. Gökalp,
Milleti ırk ve kavmiyet esasına dayanarak da tanımlamayı da doğru
bulmamaktadır. Çünkü hiçbir topluluk ırk açısından saf değildir. Savaşta esir
alımlar, göçler, evlenmeler ve benzeri
yollarla karışmışlar ve saflıklarını kaybetmişlerdir. Saf ırka dayalı bir
topluluk olmadığını için bir buna dayalı millet de oluşturulamaz.
3. Bir
imparatorluk içindeki ortak siyasi hayat yaşayanlar da millet sayılamazlar. Zira
İmparatorluk çeşitli milletlerden oluşmaktadırlar.
4. Millet insanların irade, çıkar ve keyfi
esasında da ortaya çıkmaz. Başka bir ifade insan kendi iradesi ile “ben şu
millettenim” diyemez (Gökalp,1982:226-227).
Gökalp’in, coğrafya, ırk, ortak siyasi hayat ve
iradi esasları reddederek geliştirdiği yeni millet tanımını “ lisanen müşterek
olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulanan harsı bir zümre”
olarak ifade eder. Bu millet tanımından Ziya Gökalp’in milleti, kültürel bir
bütünlük olarak gördüğü; dini, dili, töresi, ahlakı, sanatı, müziği, edebiyatı
aynı olan ve aynı kökten geldiği inancını taşıyan insan topluluğu şeklinde tasavvur
ettiği anlaşılmaktadır. Gökalp’a göre
milletin temeli terbiye, kültür ve ortak duyguda aranmalıdır
Gökalp milleti “kültürel bir zümre” olarak
tanımlarken bu zümrenin bir günde ortaya çıkmadığı, tarihsel bir süreçte
oluştuğunu belirtir. Başka bir ifade ile Gökalp millet inşa sürecini çizgisel
tarih anlayışıyla ve evrimci bir yaklaşımla açıklar.
Ziya Gökalp millet inşa süreci hakkındaki
düşüncelerini,topluluklar arasındaki ayırım esasında kurar. Gökalp toplulukları
aile, mesleki ve siyasi olarak üç ayırmakta, bu üçü arasında üstün topluluk
olarak nitelediği siyasi topluluğu ise de klan, topluluk (camia) ve toplum (cemiyet) olarak üçe ayrıldığını
söylemektedir (Gökalp,2007:72).
Gökalp üçe ayırdığı siyasi toplulukları değersel
bir kategoride de ilkel ve harsi (kültürel) olarak da ikiye ayırmaktadır. Gökalp klan ile topluluğu (camia) ilkel;
toplumu ise harsi bir zümre olarak tanımlamaktadır. İlkel topluluklar klan
yaşamı sürdürürler. Bu klanlar arasında çatışma çıkar ve çatışmanın galibi
diğerini itaate zorlar. Klanlar aynı oymaktan olmamaları nedeniyle de, farklı
din ve dilden oluşan klanların karışımı ortaya çıkar. Farklı klanların
karışımıyla ortaya çıkan siyasi olguya topluluk (camia) ismini verir. Gökalp ‘e
göre bütün feodal sistemler ve imparatorluklar topluluk sayılmaktadır (Gökalp,2007:73).
Topluluklar toplum durumuna geçebilirler.
İmparatorluk içinde, dil ve kültür bakımından ortak bulunan soplar birleşerek
ortak bilince, orta ülküye sahip olan bir ulus durumuna gelirler. Gökalp’e göre
milli bilince sahip olan ulus ise ister istemez bağımsızlığa doğru gider. Dil
ve kültürce türdeş bir siyasi kuruluşa doğru gider. Bu şekilde bir ulus ortaya
çıkar. Gökalp’e göre gerçek toplumlar uluslardır. Bu açıdan bakıldığında ilkel
siyasi topluluk harsi bir topluluğa dönüşmüştür (Kongar,
1993: 42-43).
Gökalp toplulukları eleştirerek çıkış yolunu
uluslaşma olarak gösterse de her ulusun çizgisel bir tarihsel süreci yaşamasını
zorunluluk olarak görür. Ona göre toplum/ulus olmak için klan ve topluluk
aşaması aşılması gerekmektedir. Gökalp bu süreci anlatmak için ustalık
metaforunu kullanır. Usta olmak için çocukluk ve çıraklık sürecinin
geçilmesinin zorunlu olduğu gibi ulus
olmak için de klanlık
(çocukluk) ve topluluğun (çıraklık) aşılmasını zorunlu görmektedir (Gökalp,2007:74).
Görüldüğü gibi Gökalp, Uluslaşma sürecini
tarihsel determinizm ve çizgisel bir evrim süreci içinde görmektedir. Gökalp’ın
uluslaşmayı “tarihsel kader” gibi görmesi onun “neden milliyetçilik” yolunu
seçtiğinin de asıl yanıtı olarak yorumlanabilir.
Neden Türk Milliyetçiliği?
Ziya Gökalp’ Türk Milliyetçiliğini Osmanlı’nın
tek ve yegane kurtuluş yolu olarak görmektedir. Gökalp’ın Osmanlıcılık, İslamcılık
ve Batıcılık düşünce akımlarının yerine Türkçülüğü önermesi, Türkçülüğün
Osmanlı’nın kurtuluşu yolu ve diğer düşünce akımlarının birleştiricisi olarak
göstermesinin nedenleri incelenmesi
gereken önemli bir sorunsaldır.
Ziya Gökalp’in Türk milliyetçiliğini Osmanlı’nın
kurtuluş projesi olarak görmesinin çeşitli sebepleri vardır. Öncelikle yukarıda
değinildiği gibi Gökalp milliyetçiliği tarihsel gelişimin mantıksal sonucu olarak
görerek, uluslaşmayı da zorunluluk olarak algılamakta ve uluslaşma sürecini
tamamlayamayanların varlıklarının sürdürülebilmesine kuşkuyla bakmaktadır.
Tarihsel evrim sürecinde milletler önce klan sonra topluluk ve en sonunda
millete dönüşürler. Uluslaşma tarihsel gelişimin zirvesi gibi görülmektedir.
Gökalp’e göre Osmanlı Devleti bir İmparatorluk olduğu için topluluk sayılmakta
ve daha güçlü olmak için toplum aşamasına geçiş yapması gerekmekte yani
uluslaşmak zorundadır (Gökalp,2007:75).
Gökalp’ın uluslaşma süreci analizi sosyolojik
bakış açısından bir anlam ifade
etmektedir. Gökalp, Durkhaim’ın mekanik dayanışma ve organik dayanışma esasında
oluşturduğu tarihsel-toplumsal evrim teorisini kabul etmiştir. Bu teoriye göre, toplumların evrimi mekanik dayanışmadan
organik dayanışmaya doğru ilerlemektedir.
Organik dayanışma işbölümünü zorunlu olarak doğurmakta ve bu da modern
bir topluma geçiş anlamına gelmektedir (Gökalp,2007:55-56). Gökalp’a göre
batıda bu süreç uluslaşmayı beraberinde getirmektedir. Gökalp aslında modernleşmenin
uluslaşmayı da zorunlu olarak doğurduğunu düşünmektedir.
Gökalp, uluslaşmayı küresel bir trend gibi
yorumlamakta, uluslaşma olgusunun yayılabilir bir nitelik taşıdığını düşünmekte
ve bir ülkede doğduysa oradan başka ülkelere de geçebileceğini söylemektedir (Gökalp,
1076:2). Ona göre, Avrupa’da cereyan eden gelişmeler uluslaşmanın trend
olduğunu ve ayrıca yayılabilir olduğunu da göstermektedir (Gökalp,2007:75). Buradan
yola çıkarak Osmanlı’nın da bu sürecin dışında kalamayacağını belirtmektedir.
Gökalp’ı
milliyetçiliğe sürükleyen bir neden ise siyasi güç ve uluslaşma arasındaki
kurduğu bağdır. O, uluslaşmayı toplumun siyasi gücünün kaynağı ve bağımsızlığının
güvencesi olarak görmektedir. Uluslaşma
ve siyasi güç arasındaki kurduğu bağı göstermek için ise İngiltere’yi örnek
vermektedir. İngiltere örneğinde, bu
ülkenin dünyayı yönetme potansiyelinin kaynağını İngilizlerin milli bilincinde
görür (Gökalp,2007.74-75). İslam dünyasının sömürgeye teslim olmasını da milli bilincin olmamasına bağlar (Gökalp,2007:78).
Gökalp’ın düşüncesinde Türk milliyetçiliği aynı
zamanda bir modernleşme projesidir. Batının ekonomik ve sınai gelişmesinin
temelinde uluslaşma yatar. Toplulukların uluslaşmadıkları sürece ileri
gidemeyeceklerini düşünmektedir.
Gökalp’nın ilerleme anlayışı
sadece ekonomik alanı değil toplumsal hayatın tamamını kapsamaktadır. Bu
düşüncesini “Milliyet duygusu uyanır uyanmaz sahiplerinde tavün, fedakarlık,
mücahide hislerini artırarak ahlaki, lisani, edebi, iktisadi, ve siyasi
tealiler sebebi olur” şeklinde ifade eder .
Medeniyet ve Kültür
Ziya Gökalp’ın düşünce sisteminde kültür ve
medeniyet ayrımının kilit bir önemi vardır. Gökalp’in milleti “kültürel bir
zümre” olarak tanımlayarak kültür kavramını
millet tasavvurunun odak noktasına yerleştirdiğini söyleyebiliriz. Başka
bir ifade ile Gökalp’ın kültür kavramı bilinmezse onun millet, milliyetçilik ve
milletleşme tezleri anlaşılamaz. Keza Gökalp’ın medeniyet algısı açıklanmazsa,
onun çağdaşlaşma tezleri de karanlıkta
kalır.
Gökalp, kültür ve medeniyet kavramlarının kısmen örtüştüğünü,
kısmen de farklılaştığını öne
sürer. Kültür ve medeniyetin örtüştüğü
nokta her ikisinin de toplumsal hayatın bütün alanını kapsamalarıdır. Gökalp,
medeniyet ve kültürün kapsadığı bu toplumsal hayatı; din, ahlak, hukuk, us,
estetik, iktisat, dil ve fen olarak sekize ayırır (Gökalp, 2007:25). Kültür ve medeniyet arasında
değinilen farklılıkların başında, kültürün ulusal medeniyetin ise uluslararası
bir nitelik arz ettiği iddiasıdır. Buna göre kültür yalnız bir ulusun din,
ahlak, hukuk, us, estetik, iktisat, dil ve fen ile ilgili yaşayışlarının uyumlu
bir toplamıyken, uygarlık, aynı gelişmişlik düzeyinde bulunan birçok ulusun
toplumsal yaşayışının toplamıdır. İkincisi, medeniyet bireysel istek ve
iradelerin ürünüyken, kültür bireysel istek ve iradenin ötesinde ve onlardan
bağımsızdır. Ayrıca, medeniyet bilgilerin bileşimi ise kültür de duyguların bileşimidir.
Medeniyet alınabilir ancak kültür alınamaz ve alıntılanamaz. Dolayısıyla bir
millet, medeniyetini değiştirebilir; fakat kültürünü değiştiremez. Medeniyet,
us ve akıl vasıtalarıyla yapılır; kültür ise ilham ve hads vasıtalarıyla
yapılır. Medeniyet, iktisadi, dini, hukuki, ahlaki bilgilerin, kültür ise dini, ahlaki, bedii duyguların toplamıdır (Gökalp,1976:19).
Gökalp’e göre her milletin önce kültürü vardır ve
daha sonra medeniyete sahip olur. Kültürü yükseldikçe medeniyette de yükselir.
Gökalp kültürel ilerlemeyi esas alarak toplumsal dengeyi kültürel ilerlemenin
sağladığını düşünmektedir. Kültürde geri kalıp uygarlıkta ilerleyen toplumların
iç dengeleri bozulabilir. Gökalp bunu “Akıl aşırı gelişme gösterirse yaratılışı
bozar” ifadesiyle anlatır. Kültürün gelişmişliğinin ise toplumu daha korunaklı bir
hale getireceğine inanır. Kültürel alanda gelişmiş ancak medeniyet alanda geri
kalmış bir toplumun medeniyet alanında gelişmiş ancak kültürel alanda geri
kalmış bir toplumu yenebildiğini tarihi tecrübelerle öne sürer.
Bu çerçevede, Gökalp’e göre kültür, medeniyete üstün gelir. Çünkü medeniyetsiz de olsa kültüre sahip olan bir millet sağlamdır. Buna karşılık, kültürsüz medeniyete sahip bulunan bir millet de hastadır. O halde, bir milletin kültürü ile medeniyetini dengede tutması gerekir.
Bu çerçevede, Gökalp’e göre kültür, medeniyete üstün gelir. Çünkü medeniyetsiz de olsa kültüre sahip olan bir millet sağlamdır. Buna karşılık, kültürsüz medeniyete sahip bulunan bir millet de hastadır. O halde, bir milletin kültürü ile medeniyetini dengede tutması gerekir.
İslamlaşma, Türkleşme ve Çağdaşlaşma Üçlemesi
Ziya Gökalp’in neden Türk
Milliyetçiliğini Osmanlı Devletinin kurtuluş yolu
olarak gördüğüne değinilmişti. Gökalp, Türk Milliyetçiliğini esas almasına
karşın dönemin diğer düşünce akımlarına da sırt çevirmez, aksine onları da Türk
Milliyetçiliğinin unsurları arasında sayar.
Osmanlı'nın son yüzyılına, Yusuf
Akçura'nın deyimiyle, esasen 'üç tarz-ı siyaset' arasındaki tartışmalar hâkim
olmuştu. Bunlar, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüktü. Ziya Gökalp de
“Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” eserinde bu tartışmalara girerek bunları “ üç akım” adı altında incelemiştir.
Ancak Akçura’dan farklı olarak Osmanlıcılığı analiz dışı bırakmış ve onun
yerine çağdaşlaşma akımını tartışmaya açmıştır.
Gökalp, eserinde bu üç akımı şu cümlelerle
özetler: “Ülkemizde
üç düşünce akımı vardır. Bu akımların tarihi incelenirse görülür ki, mütefekkirlerimiz,
önce muasırlaşmak gereğini hissetmişlerdir. III. Selim’den sonra başlayan bu
temâyüle inkılâptan sonra İslâmlaşma emeli katıldı. Son zamanlarda ortaya bir
de Türkleşme cereyanı çıktı”. “Muasırlaşmak fikri, mütefekkirlerce esaslı bir
kural sayıldığı için belirgin bir yayıcısı yoktur. Her dergi, her gazete bu
fikrin az-çok savunucusudur.” “İslâmlaşmak fikrinin savunucusu “sırat-ı
mustakim”, Türkleşmek fikrinin savunucusu ise, “Türk Yurdu” dergileridir (Gçkalp,1979:1).
Ziya Gökalp’in bu üçlemeyi tartışmaya açmasının,
kendi dönemindeki fikri akımlarını incelemenin ötesinde bir amacı olduğunu
söyleyebiliriz. Gökalp bu üç akımı tartışarak bir taratan üçlemeden sentez
oluşturma çabasında diğer taraftan bir strateji oluşturma niyetindedir.
Gökalp’e
göre “İslamlaşmak”, “Türkleşmek” ve “Çağdaşlaşmak” arasında bir çelişki yoktur.
Tam tersine, bu üç kavram birbirlerini tamamlamaktadır. Bu tezini “…Ve dikkat
edilirse her üç akım da bir ihtiyaca binaen doğmuşlardır”. “...Türklükle,
İslâmlık biri milliyet, diğeri beynelmilliyetin mahiyetlerinde oldukları için
aralarında hiçbir çatışma yoktur. Ayrıca bunlarla muasırlaşmak arasında da bir
çatışma yoktur. Bunlar, bir ihtiyacın üç muhtelif safhalarıdır.(Gçkalp,1979:11-12.)
Bu itibarla ‘muasır bir İslâm
Türklüğü’ ibda etmeliyiz ” ifadesiyle açıklayan Gökalp, “muasır bir İslam Türklüğü”
sentezini ortaya atar (Bora,2009:115). Gökalp
ortaya attığı “muasir İslam Türklüğü” kavramını
“bugün Türk milleti Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine, Avrupa
beynelmileliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir” cümlesi ile ifade eder (Gökalp,1976:13).
Dönemin üç akımının birbirini tamamladığını
düşünen Gökalp, kültürel düzlemde Türklük fikrini savunurken uygarlık
düzleminde Batıcılığı önerir. Gökalp’e göre Batı uygarlığı Doğu uygarlığının
yerini almıştır. Türklerin de Batı uygarlığında kendi yerlerini almaları
gerekmektedir. Gökalp’e göre Doğu uygarlığı içinde sayılan Osmanlı uygarlığı
ister istemez çökecektir. Türkçülerin görevi de Batı uygarlığını alıp milli
kültüre aşılmaktır. Gökalp’e göre Tanzimatçılar
Osmanlı Devletini Batı uygarlığı ile uzlaştırmaya çalıştılarsa da sonuç alamamışlardı,
almaları da mümkün değildi. Zira Doğu uygarlığından kopmadan Batı uygarlığına
geçiş olmazdı. Gökalp’a göre “İki dinli bir birey olmadığı gibi iki uygarlıklı
bir millet de olamaz”, dolayısıyla, Doğu uygarlığı tümüyle bırakılmalı ve Türk
ve Müslüman kalmak koşuluyla Batı uygarlığına geçilmelidir (Gökalp, 2007:39).
Ziya Gökalp İslam dininin toplumdaki yerini
itikad ve vicdani bir alan olarak tanımlar. Gökalp'e göre dinin alanı, inanç ve
ibadet alanıdır. Bunun içindir ki, İslam'da sadece inanç ve ibadet alanı ile
ilgili şartlar mevcuttur. Diyanî hükümlerle kazaî hükümler aslında birbirlerinden
ayrı alanlar oluşturmalarına rağmen, bunlar, daha sonra fakihler tarafından
birleştirilmiş ve dinin geleneği haline sokulmuştur (Günay,1998:.232-233).
Ayrıca O’na göre, temelde, İslâm dini ile ne modern bilim ve medeniyet
ne de modern toplum tipi olan millet arasında bir tezat ya da uyuşmazlık asla
mevcut değildir. Çünkü Gökalp’e göre İslâm dini, gerçeklik hükümlerinde ‘aklı’,
değer hükümlerinde ise, ‘örfü’ esas almıştır. Bu nedenle o, tüm zamanlara ve
bütün milletlere uygulanabilir(Günay,1998:.231). Gökalp dinin
modern zamanlardaki biçimlenmesinden ve sosyal işlevlerinden bahsederken Durkheim’den
esinlendiği açıkça fark edilmektedir. O'na göre, toplumsal iş bölümü ve
sekülarizasyon sonucu din, kendi öz alanı olan vicdan alanına çekilmelidir. Bu
çekilme, dinin toplumsal öneminin ortadan kalkması anlamına gelmez. Tersine
din, iş bölümü ve uzmanlaşma sonucu bölünen toplumun bütünleşmesinde en temel
faktörlerden biri olarak önemini korumaktadır (Günay, 1998 :.228). Din, bu toplumsal yapıştırıcılık görevini daha
fonksiyonel olarak yerine getirebilmesi için toplumsal bünyeye uyum sağlamalıdır.
Ziya
Göklap’ın Sosylojisi
Sosyoloji, kavram olarak Fransız sosyolog Auguste Comte ( 1798
- 1857), tarafından ortaya atılsa
da Herbert Spencer, Karl Marx, Ferdinand Tönnies,
Émile Durkheim, Vilfredo Pareto, ve Max Weber’ın
çalışmalarıyla bir bilim dalı olarak ortaya çıkabilmiştir. Avrupa’da giderek
gelişmekte olan sosyolojinin önemi Osmanlı aydınları tarafından da
anlaşılmıştı. Bu doğrultuda Ziya Gökalp ve Prens Sabahatttin’n çalışmaları
dikkate değerdir. Ziya Gökalp akademik sosyoloji öğrenimi görmese de kendini
bir sosyolog olarak yetiştirmeyi başarır. Gökalp aslında Osmanlı’nın
karşılaştığı sorunları, çıkışı yollarını ve var olan durumu daha iyi anlamak
için sosyolojiye yönelmiştir (Gökalp, 1976:48-48).
Gökalp’ın sosyolojik çalışmalarında çözümlemeye
çalıştığı bazı sorusalların olduğu anlaşılır. Gökalp, “Sosyal gerçeklik nedir?”
“Toplumu hareketlendiren kanunlar nelerdir?” “Mefküre nedir ve toplumsal
süreçleri nasıl etkiler?” gibi sorulara yanıt arar. Başlangıçta Fransız filozof
Alfred Foulille’nin etkisinde kalmasına rağmen, Gökalp bu soruların yanıtı Emel
Durkheim’in çalışmalarında bulur ve kendi sosyolojik çalışmalarını Durkhaim tezleri
çerçevesinde şekillendirir (Heyd, 1980:34). Durkheim sosyolojisinin iyi bir
okuyucusu ve takipçisi olan Gökalp, bu ekolün etkisiyle Türk Sosyolojisinin
temelini atmıştır. Gökalp’ın sosyolojik düşüncesinin metodolojik olarak pozitivist
ve tümüyle ampirik yaklaşımı, deneysel yöntemi, bir başka deyişle, tümevarım
şeklinde akıl yürütmeyi esasında oluştuğu söylenebilir.
Gökalp de tıpkı Durkheim gibi bir toplumsal
gerçekliğin varlığına inanır ve bunun bireylere, psikolojik ve metafizk
olgulara indirgenerek açıklanamayacağı savından yola çıkar. Toplumsal
gerçeklikler genel (herkesi kapsayıcı), dışsal (insanlarına dışında) ve
dayatmacıdır. Gökalp’e göre toplumsal gerçekler belli kanunlar çerçevesinde
hareket ederler. Bu kanunlar ise öğrenilebilen kanunlardır ve bu kanunları
sosyoloji ortaya çıkarmaktadır. Toplumsal kanunları bilen sosyologlar toplumu
nasıl ve nereye doğru hareket ettireceklerini çok iyi bilirler. Dolayısıyla,
toplumsal dönüşüm süreçlerinde sosyologlara büyük ihtiyaç vardır (Gökalp,
1976:48-48). Gökalp’in sosyoloji anlayışında da sosyoloji, genel medeniyetleri
ve kültürleri karşılaştırarak toplumların ve kurumların tabi oldukları kanunları
bulmak ve toplumlara istenen yönü vermek açısından çok önemli bir misyona
sahiptir. O’na göre, dahiler sezerek, sosyologlar da toplumsal kanunları
bilerek bir milletin gelişmesinde başat rolü üstlenirler.
Gökalp sosyolojisinin kilit kavramları “mefkure
(Ülkü)” ve “hars (kültür)” tır. Gökalp’e göre insanlar toplumun normal
süreçlerinde çıkarcı ve bencil varlıklardır. Bu bencil ve çıkarcı varlıklar
buhranlı dönemlerde değişerek fedakar, cesur ve kendini topluma adayan
varlıklara dönüşürler (Gökalp,1982:44-45). Gökalp buhran dönemlerinde insanları
değiştiren bu güce “mefkure” adını verir. Bu açıdan bakıldığında mefkure
toplumun kendini bulması, tanıması ve bilinçlenmesi anlamına gelmektedir.
Toplumlar böyle zamanlarda kimliğini, menşeini, mahiyetini anlar ve
görevlerinin farkına varır (Heyd, 1980:35). Söz konusu farkındalık ferdi ve
toplumu dönüştürür. Farkındalık noktasına ulaşan ferd, beşeri seviyeden (fizyolojik
ve biyolojik ihtiyaçtan) şahsiyet sahibi bir insana dönüşür. Nihayet bu toplumsal
farkındalık umumi ve milli dayanışma ruhunu doğurur. Gökalp’e göre mefkure
şekillendikten sonra buhranlı dönem geçse de “yaktığı ateş sönmez” . Çünkü
buhranlı süreçlerde mefkure toplumun fertleri tarafından içselleştirilmiş ve
fertleri içten yönetecek bir noktaya ulaşmıştır. Gökalp’a göre mefkure
toplumsal bir olgudur fertlere indirgenerek yorumlanamaz (Gökalp,1982:46). Mefkure toplumun bütün faaliyetlerini yöneten
gizli bir güçtür. Fakat mefkûre belli bir toplumsal temele dayanmak zorundadır,
yani ferde toplumun dışında değerler icat edemez.
Gökalp’ın sosyolojik
düşüncesinde “hars” mefhumunun da önemli bir yeri vardır. Çünkü hars, mefkureyi
besleyen kaynaklardan biridir. “Hars,
bir milletin dini, ahlaki, hukuki, mukalvelevi, bedii, iktisadi ve fenni
hayatlarının ahenkdar bir mecmuasıdır.” Gökalp’in bu tanımı aslında kültür
tanımıyla bir ölçüde benzeşmekle birlikte farklılık gösteren bir yanı da vardır.
Gökalp hars mefhumundan bahsederken uyum ve ahenk üzerinde vurgu yapmaktadır.Bu
yolla Gökalp, aslında hars kavramıyla
kültür kuramını aşmaya çalışmış ve kültürel hayatın daha uyumlu ve ahenkli
düzeyini kastetmiştir. Başka bir ifade ile hars daha ideal ve ulaşılması
gereken yüksek bir nokta olarak anlaşılabilir (Nirun,1981:136-137).
Gökalp sosyolojisinde toplumsal dayanışma ve buna
paralel olarak evrimci yaklaşım önemli yer tutmaktadır. Toplum ahlaki dayanışma
kuran insanlar grubudur. Dayanışma ise iki çeşittir. İlki, inançlar ve duygular
benzerliğini kapsayan dayanışma biçimidir ki, Gökalp buna mekanik dayanışma der.
İkincisi ise toplumsal işbölümünün ürünü olan organik dayanışmadır. O’na göre,
mekanik dayanışma, inançlar ve duygulardaki benzerliğin; organik dayanışma ise
ustalık ve yeteneklerdeki benzerliğin sonucudur. Mekanik dayanışma, fertleri
bir toplum canlısının hücreleri; organik dayanışma da uzmanlaşmış organları
şeklinde açıklar. İlkel toplumlarda sadece mekanik dayanışma hakimdir. Çünkü
toplum işbölümü, cinsiyet ve yaş farklılaşmasından ibarettir. Toplumsal
işbölümü ya hiç yoktur veya henüz başlangıç halindedir. Durkheim’de olduğu
gibi, Gökalp’de de toplumların evrimi mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya
doğrudur (Gökalp,1980:27-28). O, organik dayanışmanın gerçekleştiği toplumları
millet olarak kabul ederken yeryüzündeki bütün toplumların bilimsel sınıflandırılmasını
da yine bu ölçüye göre değerlendirmektedir.
Ziya Gökalp sosyolojisinde halk ve aydın arasındaki
ayrımım da bir yeri vardır. Gökalp, aydınların tehzibe (işlenmiş kültür) sahip
olduklarını, halkın da kültüre sahip olduğunu belirtir. Bu düşünceye göre halk
kültürün, aydınlar ise medeniyetin temsilcisidir. Bir milletin gelişmesi için
de işte, bu halk kültürünün yüksek kültürle işlenilmesi gerektiğine inanır.
Bunu da aydınlar halka eğilerek yapacaktır.
Sonuç v Genel
Değerlendirme
Gökalp’ın temel gayesinin, teorik ve düşünsel çalışmalarının merkezinin
Türk kimliğine dayalı bir ulus inşası olduğunu söyleyebiliriz. Gökalp’ın kültür, uygarlık, tarih ve sosyoloji çalışmalarının
odağında uluslaşma zorunluluğu,
sınırları ve ulusun iç özelliklerinin tanımlanması durmaktadır. Gökalp,
uluslaşmayı çağdaş dünya düzeyine
ulaşmanın tek yolu olarak görmektedir. .
Gökalp’in çalışmaları esasen iki ayrı düşünce
tarzı çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Bu iki ayrı düşünce tarzı kimi
noktalarda örtüşse de çoğunlukla birbirini dışlamaktadır. Gökalp
bir taraftan bir ideolog misyonu yüklenirken diğer taraftan sosyolojik düşünce
tarzını yitirmek istememektedir. Geliştirdiği kavramlar, tarihsel incelemeleri
ve kuramsal dünyası bu ikili yapıyı
göstermektedir. Çalışmaları dünyayı anlamaktan çok değiştirmeye yöneliktir. Antinio Gramsci’nin
“organik aydın” tipine uygun bir düşünür olan Gökalp, çalışmalarını Türkü ulusu
oluşturmaya odaklamış, seçtiği ve yeniden tanımladığı kavramlardan bu yönde
istifade etmiştir.
Gökalp’ın çalışmalarındaki bu ikilik, belki de en
çok onun sosyolojik eserlerine olumsuz yönde
yansımış ve onun kuramlarının tutarlılığını önemli ölçüde zayıflatmıştır.
Gökalp’ın sosyolojik çalışmalarında Durkheim’ın görüşlerini esas alsa da bir
çok noktada kendi sosyolojik görüşleri ile ters düşmüştür. Gökalp’in tarihi ve
toplumsal değişim süreçlerini kültür ve mefkureye dayanarak yorumlaması aslında
daha ziyade Max Weber’in görüşlerini yansıtmaktadır.
Gökalp’ın kültür ve medeniyet ayrımının da
sorunlu bir yanı olduğu görülüyor. Alman kültür ve medeniyet çalışmalarından
esinlenmiş olduğu anlaşılan bu görüşe dayanarak Gökalp’in içe içe olan bu ikili
olguyu sert çizgilerle ayırması, kültür ve medeniyet arasındaki diyalektik
ilişki yerine medeniyeti edilgen bir pozisyona itmesi ciddi soru işaretleri
taşımaktadır.
Son olarak Gökalp, Türk kimliğini etnisite ve
ırka dayandırarak tanımlamayı açıkça reddetmekte ancak Türk kimliğini türdeş ve
bütünsel olarak görmekten kaçamamaktadır. Farklıkların uluslaşma süreci içinde
eritilerek türdeş bir milli kimliğin inşasını hedeflemektedir.
KYANAKÇA
Gökalp, Ziya. (2007). Türkçülüğün Esasları, İnkılap Yayınları, İstanbul.
Gökalp, Z. (1976). Türkleşmek
İslamlaşmak Muasırlaşmak, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
Gökalp, Z. (1976). Makaleler I,
Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
Gökalp, Z. (1977). Makaleler III,
Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
Gökalp, Z. (1980). Makaleler IX,
Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
Gökalp, Z. (1982). Makaleler XII,
Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
Gökalp, Z. (1976).Türk Medeniyeti
Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
Gökalp, Z. (1975).Türk Ahlakı, Türk
Kültür Yayınları, İstanbul.
Bora, Tanil. (2009). Türk Sağının
Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul
Heyd, Uriel. (1980). Ziya
Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, (çev: cemil Meriç), Sebil Yayınları İstanbul.
Nirun,Nihat. (1981). Sistematik Sosyoloji Açısından Ziya Gökalp,
Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
Muhammetdin, Rafael. (1998)
Türkçülüğün Doğuşu ve Gelişimi, Türk Dünyası Araştırması Vakfı, İstanbul.
Nüzhet ,Ali. (1931). Ziya Gökalp’in Hayatı ve
Malta Mektupları, İstanbul,
Kongar, Emre. (1982). Türk
Toplumbilimcileri-I, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul.
Günay,
Ünver, (1998). Din Sosyolojisi,
İnsan Yayınları, İstanbul .
Yıldız, Ahmed. (2004). “ Ne Mutlu
Türküm Diyebilene”, İletişim Yayınları, İstanbul.
Yorumlar
Yorum Gönder