Ana içeriğe atla

Ziya Gökalp’ın Türk Milliyetçiliği

           Arif Keskin


 Türk milliyetçiliğinin düşünsel-fikri şekillenmesinde Ziya Gökalp’in kendine özgü bir yeri vardır. Gökalp, Türk milliyetçiliğini bir düşünce sistemi haline getiren ilk ve en önemli çabaların birisi sayılmaktadır. Gökalp, kendisinden önce gelen Türk milliyetçilerinin tarih, toplum, millet, kültür, uygarlık, batı ve İslam gibi sorunsallar hakkındaki dağınık düşüncelerini bir araya getirerek sistemli bir fikir hareketine çevirerek Türk milliyetçiliğinin bir ideoloji haline gelmesine de büyük katkıda bulunmuştur. Bu açıdan bakıldığında Ziya Gökalp’ı anlamak, Türk milliyetçiliği hakkında sağlıklı, kapsayıcı ve derinlemesine incelemek için gereklidir.

Elinizdeki çalışma, Türk milliyetçiliğini anlama doğrultusunda Ziya Gökalp üzerine odaklanmıştır. Çalışmanın hedefi Gökalp’ın Türkçülüğün ideolojik tasarımı etrafında oluşturduğu kavramlarını tanımlamak ve bu kavramlar üzerine inşa ettiği Türk milliyetçiliği teorisini irdelemektir.

Ziya Gökalp’ın Yaşamına Genel Bir Bakış 

Vilayet Evrak Memuru Mehmet Tevfik Efendi ile Zeliha Hanım'ın oğlu, gerçek ismiyle Mehmet Ziya, 23 Mart 1876 yılında Diyarbakır'da doğmuştur.  Gökalp, 1886 yılında Mektebi Rüştiye-i Askeriye’de eğitim almaya başlamış,  1891 yılında ikinci sınıftan kayıt yaptırarak İdadi-i Mülkiye'ye girmiştir.  Maddi sıkıntılar sebebi İstanbul’da eğitim alamayan Gökalp 1894 yılında intihar girişiminde bulunmuştur (Nüzhet,1931:21).

İntihar olayından sonra kendini tekrar okumaya veren Gökalp, eğitimine devam etme isteğiyle 1895 yılında kardeşi ile birlikte İstanbul'a gelmiştir. Fakat parası olmadığı için ancak ücretsiz olan Veteriner Mektebine kayıt yaptırabilmiştir (Muhamettin,1998:88). Gökalp, İstanbul'da bulunduğu bu dönemde Batı kültürünü de tanımaya yönelmiştir. Okulda yasak yayınları okuması ve farklı çıkışları ile dikkati çeken Gökalp, 1899 yılında geçirdiği soruşturmanın ardından ‘yasak kitapları okuma ve zararlı derneklere üye olma' gerekçesiyle cezaevine gönderilmiştir. 12 aylık cezaevi yaşamından sonra, okuldan da uzaklaştırılarak Diyarbakır'a sürülmüştür. 1900 yılında amcasının kızı ile evlenerek Diyarbakır'a yerleşen Gökalp, küçük memuriyetlerde çalışmaya başlamıştır. 1903 yılından sonra Diyarbakır Ticaret Odası'nda çeşitli görevlerde bulunmuş; bu sırada, Vilayet Gazetesi Başyazarlığı görevini de yürütmüştür.

Ziya Gökalp, 1908'de İttihat ve Terakki'nin Diyarbakır, Van ve Bitlis heyetlerinin müfettişliğine atanmıştır. 1909 yılında Darülfünun'da hocalık yapmak üzere İstanbul'a gelen Gökalp; orada birkaç ay kalmış, yeterli ücret alamadığı için tekrar Diyarbakır'a dönerek, "Peyman" gazetesini çıkarmaya başlamıştır. 1909 yılının son aylarında ise İttihat ve Terakki tarafından Selanik'e gönderilmiştir  (Nüzhet,1931:47).

Ziya Gökalp, 1912'de ailesi ile birlikte bir kez daha İstanbul'a yerleşmiştir. Bu dönemde, Darülfünun ve Eğitim Fakültesinde Gökalp'ın eğitimle ilgili görüşleri kabul edilmiş; ders programları, okutulacak dersler ve kitaplar onun önerileri doğrultusunda kararlaştırılmıştır. 1913 ve 1914 yıllarında kendisine teklif edilen Maarif Nazırlığı (Milli Eğitim Bakanlığı) görevini kabul etmemiş, Edebiyat Fakültesinde Sosyoloji Hocalığı görevine devam etmiştir. Bu göreviyle birlikte Gökalp, İstanbul Üniversitesi'nde ilk sosyoloji profesörü olmuştur.


1919 yılının Ocak ayında, ‘asayişi bozma ve Ermenilere zor kullanma' iddiasıyla Divan-ı Harp'te (askeri mahkeme) idam cezası ile yargılanan Gökalp, idam cezası almamış, ancak Malta'ya sürülmüştür. Malta'da çok sıkıntılı bir yaşam süren, Gökalp sürgün döneminde çalışmalarına bir süre ara vermek zorunda kalmıştır. 30 Nisan 1921'de Kars Savaşında esir alınan İngilizlerin karşılığında Malta'da esir Türklerin serbest bırakılması ile birlikte Yurda dönerek Diyarbakır'a yerleşmiştir.


1922'de Muallim Mektebi'nde (Eğitim Fakültesi) felsefe dersleri vermeye başlayan Gökalp, bir taraftan da dergi çıkarma çalışmalarına devam etmiştir. Bu dönemde, Ahmet Ağaoğlu'nun desteği ile "Küçük Mecmua" dergisini çıkarmıştır.  1923 yılında Telif ve Tercüme Encümeni Reisliği'ne (Kültürel Yayınlar Dairesi Müdürlüğü) getirilmiştir. 11 Ağustos 1923 tarihinde Diyarbakır'dan Milletvekili seçilen Gökalp; 1924 yılı başlarında rahatsızlanan Gökalp, 25 Ekim 1924 tarihinde vefat etmiştir



Ulus ve Uluslaşma Süreci

Ziya Gökalp’ın Türk milliyetçiliği tezinin merkezinde millet tanımı bulunur. Başka bir ifade ile, temel hedefini Türk ulusu inşa etmek olarak tanımlayan Gökalp’ın düşünce sisteminin, millet tasarımı esasında şekillendiğini söyleyebiliriz.

Gökalp, millet tanımındaki coğrafya, ırk, ortak siyasi hayat ve iradi esasları eleştirerek kendi millet tanımını ortaya koymakla işe başlar. Bu tanımda kültür ise belirleyici bir rol oynamaktadır. Ziya Gökalp’e göre:

1.      Coğrafya milleti tanımlamak için esas teşkil edemez. Çünkü belirli bir coğrafya içinde sadece bir değil birkaç millet yaşamaktadır. İran coğrafyası sadece Farslardan oluşmamakta bu coğrafyada Kürt ve Türk ve diğer gruplarda yaşamaktadır. Irak sadece Arapların değil aynı zamanda Türklerin ve Kürtlerin de yaşadığı bir yerdir.

2.      Gökalp, Milleti ırk ve kavmiyet esasına dayanarak da tanımlamayı da doğru bulmamaktadır. Çünkü hiçbir topluluk ırk açısından saf değildir. Savaşta esir alımlar, göçler,  evlenmeler ve benzeri yollarla karışmışlar ve saflıklarını kaybetmişlerdir. Saf ırka dayalı bir topluluk olmadığını için bir buna dayalı millet de oluşturulamaz.

3.      Bir imparatorluk içindeki ortak siyasi hayat yaşayanlar da millet sayılamazlar. Zira İmparatorluk çeşitli milletlerden oluşmaktadırlar.

4.        Millet insanların irade, çıkar ve keyfi esasında da ortaya çıkmaz. Başka bir ifade insan kendi iradesi ile “ben şu millettenim” diyemez (Gökalp,1982:226-227).

Gökalp’in, coğrafya, ırk, ortak siyasi hayat ve iradi esasları reddederek geliştirdiği yeni millet tanımını “ lisanen müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulanan harsı bir zümre” olarak ifade eder. Bu millet tanımından Ziya Gökalp’in milleti, kültürel bir bütünlük olarak gördüğü; dini, dili, töresi, ahlakı, sanatı, müziği, edebiyatı aynı olan ve aynı kökten geldiği inancını taşıyan insan topluluğu şeklinde tasavvur ettiği anlaşılmaktadır.  Gökalp’a göre milletin temeli terbiye, kültür ve ortak duyguda aranmalıdır

Gökalp milleti “kültürel bir zümre” olarak tanımlarken bu zümrenin bir günde ortaya çıkmadığı, tarihsel bir süreçte oluştuğunu belirtir. Başka bir ifade ile Gökalp millet inşa sürecini çizgisel tarih anlayışıyla ve evrimci bir yaklaşımla açıklar.

Ziya Gökalp millet inşa süreci hakkındaki düşüncelerini,topluluklar arasındaki ayırım esasında kurar. Gökalp toplulukları aile, mesleki ve siyasi olarak üç ayırmakta, bu üçü arasında üstün topluluk olarak nitelediği siyasi topluluğu ise de klan, topluluk (camia)  ve toplum (cemiyet) olarak üçe ayrıldığını söylemektedir (Gökalp,2007:72).

Gökalp üçe ayırdığı siyasi toplulukları değersel bir kategoride de ilkel ve harsi (kültürel) olarak da ikiye ayırmaktadır.  Gökalp klan ile topluluğu (camia) ilkel; toplumu ise harsi bir zümre olarak tanımlamaktadır. İlkel topluluklar klan yaşamı sürdürürler. Bu klanlar arasında çatışma çıkar ve çatışmanın galibi diğerini itaate zorlar. Klanlar aynı oymaktan olmamaları nedeniyle de, farklı din ve dilden oluşan klanların karışımı ortaya çıkar. Farklı klanların karışımıyla ortaya çıkan siyasi olguya topluluk (camia) ismini verir. Gökalp ‘e göre bütün feodal sistemler ve imparatorluklar topluluk sayılmaktadır (Gökalp,2007:73).

 Topluluklar toplum durumuna geçebilirler. İmparatorluk içinde, dil ve kültür bakımından ortak bulunan soplar birleşerek ortak bilince, orta ülküye sahip olan bir ulus durumuna gelirler. Gökalp’e göre milli bilince sahip olan ulus ise ister istemez bağımsızlığa doğru gider. Dil ve kültürce türdeş bir siyasi kuruluşa doğru gider. Bu şekilde bir ulus ortaya çıkar. Gökalp’e göre gerçek toplumlar uluslardır. Bu açıdan bakıldığında ilkel siyasi topluluk harsi bir topluluğa dönüşmüştür (Kongar, 1993: 42-43).

Gökalp toplulukları eleştirerek çıkış yolunu uluslaşma olarak gösterse de her ulusun çizgisel bir tarihsel süreci yaşamasını zorunluluk olarak görür. Ona göre toplum/ulus olmak için klan ve topluluk aşaması aşılması gerekmektedir. Gökalp bu süreci anlatmak için ustalık metaforunu kullanır. Usta olmak için çocukluk ve çıraklık sürecinin geçilmesinin zorunlu olduğu gibi  ulus olmak için  de  klanlık  (çocukluk) ve topluluğun (çıraklık) aşılmasını zorunlu görmektedir (Gökalp,2007:74).

Görüldüğü gibi Gökalp, Uluslaşma sürecini tarihsel determinizm ve çizgisel bir evrim süreci içinde görmektedir. Gökalp’ın uluslaşmayı “tarihsel kader” gibi görmesi onun “neden milliyetçilik” yolunu seçtiğinin de asıl yanıtı olarak yorumlanabilir.

Neden Türk Milliyetçiliği?

Ziya Gökalp’ Türk Milliyetçiliğini Osmanlı’nın tek ve yegane kurtuluş yolu olarak görmektedir. Gökalp’ın Osmanlıcılık,  İslamcılık  ve Batıcılık düşünce akımlarının yerine Türkçülüğü önermesi, Türkçülüğün Osmanlı’nın kurtuluşu yolu ve diğer düşünce akımlarının birleştiricisi olarak göstermesinin nedenleri  incelenmesi gereken önemli bir sorunsaldır.

Ziya Gökalp’in Türk milliyetçiliğini Osmanlı’nın kurtuluş projesi olarak görmesinin çeşitli sebepleri vardır. Öncelikle yukarıda değinildiği gibi Gökalp milliyetçiliği tarihsel gelişimin mantıksal sonucu olarak görerek, uluslaşmayı da zorunluluk olarak algılamakta ve uluslaşma sürecini tamamlayamayanların varlıklarının sürdürülebilmesine kuşkuyla bakmaktadır. Tarihsel evrim sürecinde milletler önce klan sonra topluluk ve en sonunda millete dönüşürler. Uluslaşma tarihsel gelişimin zirvesi gibi görülmektedir. Gökalp’e göre Osmanlı Devleti bir İmparatorluk olduğu için topluluk sayılmakta ve daha güçlü olmak için toplum aşamasına geçiş yapması gerekmekte yani uluslaşmak zorundadır  (Gökalp,2007:75).

Gökalp’ın uluslaşma süreci analizi sosyolojik bakış açısından bir  anlam ifade etmektedir. Gökalp, Durkhaim’ın mekanik dayanışma ve organik dayanışma esasında oluşturduğu tarihsel-toplumsal evrim teorisini kabul etmiştir. Bu teoriye göre,  toplumların evrimi mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya doğru ilerlemektedir.  Organik dayanışma işbölümünü zorunlu olarak doğurmakta ve bu da modern bir topluma geçiş anlamına gelmektedir (Gökalp,2007:55-56). Gökalp’a göre batıda bu süreç uluslaşmayı beraberinde getirmektedir. Gökalp aslında modernleşmenin uluslaşmayı da zorunlu olarak doğurduğunu düşünmektedir.

Gökalp, uluslaşmayı küresel bir trend gibi yorumlamakta, uluslaşma olgusunun yayılabilir bir nitelik taşıdığını düşünmekte ve bir ülkede doğduysa oradan başka ülkelere de geçebileceğini söylemektedir (Gökalp, 1076:2). Ona göre, Avrupa’da cereyan eden gelişmeler uluslaşmanın trend olduğunu ve ayrıca yayılabilir olduğunu da göstermektedir (Gökalp,2007:75). Buradan yola çıkarak Osmanlı’nın da bu sürecin dışında kalamayacağını belirtmektedir.

 Gökalp’ı milliyetçiliğe sürükleyen bir neden ise siyasi güç ve uluslaşma arasındaki kurduğu bağdır. O, uluslaşmayı toplumun siyasi gücünün kaynağı ve bağımsızlığının güvencesi olarak görmektedir.  Uluslaşma ve siyasi güç arasındaki kurduğu bağı göstermek için ise İngiltere’yi örnek vermektedir.  İngiltere örneğinde, bu ülkenin dünyayı yönetme potansiyelinin kaynağını İngilizlerin milli bilincinde görür (Gökalp,2007.74-75). İslam dünyasının sömürgeye teslim olmasını da  milli bilincin olmamasına bağlar (Gökalp,2007:78).

Gökalp’ın düşüncesinde Türk milliyetçiliği aynı zamanda bir modernleşme projesidir. Batının ekonomik ve sınai gelişmesinin temelinde uluslaşma yatar. Toplulukların uluslaşmadıkları sürece ileri gidemeyeceklerini düşünmektedir.  Gökalp’nın ilerleme anlayışı  sadece ekonomik alanı değil toplumsal hayatın tamamını kapsamaktadır. Bu düşüncesini “Milliyet duygusu uyanır uyanmaz sahiplerinde tavün, fedakarlık, mücahide hislerini artırarak ahlaki, lisani, edebi, iktisadi, ve siyasi tealiler sebebi olur” şeklinde ifade eder .

Medeniyet ve Kültür

Ziya Gökalp’ın düşünce sisteminde kültür ve medeniyet ayrımının kilit bir önemi vardır. Gökalp’in milleti “kültürel bir zümre” olarak tanımlayarak kültür kavramını  millet tasavvurunun odak noktasına yerleştirdiğini söyleyebiliriz. Başka bir ifade ile Gökalp’ın kültür kavramı bilinmezse onun millet, milliyetçilik ve milletleşme tezleri anlaşılamaz. Keza Gökalp’ın medeniyet algısı açıklanmazsa, onun çağdaşlaşma tezleri de  karanlıkta kalır.

Gökalp, kültür ve medeniyet kavramlarının kısmen örtüştüğünü, kısmen  de farklılaştığını öne sürer.  Kültür ve medeniyetin örtüştüğü nokta her ikisinin de toplumsal hayatın bütün alanını kapsamalarıdır. Gökalp, medeniyet ve kültürün kapsadığı bu toplumsal hayatı; din, ahlak, hukuk, us, estetik, iktisat, dil ve fen olarak sekize ayırır (Gökalp, 2007:25). Kültür ve medeniyet arasında değinilen farklılıkların başında, kültürün ulusal medeniyetin ise uluslararası bir nitelik arz ettiği iddiasıdır. Buna göre kültür yalnız bir ulusun din, ahlak, hukuk, us, estetik, iktisat, dil ve fen ile ilgili yaşayışlarının uyumlu bir toplamıyken, uygarlık, aynı gelişmişlik düzeyinde bulunan birçok ulusun toplumsal yaşayışının toplamıdır. İkincisi, medeniyet bireysel istek ve iradelerin ürünüyken, kültür bireysel istek ve iradenin ötesinde ve onlardan bağımsızdır. Ayrıca, medeniyet bilgilerin bileşimi ise kültür de duyguların bileşimidir. Medeniyet alınabilir ancak kültür alınamaz ve alıntılanamaz. Dolayısıyla bir millet, medeniyetini değiştirebilir; fakat kültürünü değiştiremez. Medeniyet, us ve akıl vasıtalarıyla yapılır; kültür ise ilham ve hads vasıtalarıyla yapılır. Medeniyet, iktisadi, dini, hukuki, ahlaki bilgilerin, kültür ise  dini, ahlaki, bedii duyguların toplamıdır (Gökalp,1976:19).

Gökalp’e göre her milletin önce kültürü vardır ve daha sonra medeniyete sahip olur. Kültürü yükseldikçe medeniyette de yükselir. Gökalp kültürel ilerlemeyi esas alarak toplumsal dengeyi kültürel ilerlemenin sağladığını düşünmektedir. Kültürde geri kalıp uygarlıkta ilerleyen toplumların iç dengeleri bozulabilir. Gökalp bunu “Akıl aşırı gelişme gösterirse yaratılışı bozar” ifadesiyle anlatır. Kültürün gelişmişliğinin ise toplumu daha korunaklı bir hale getireceğine inanır. Kültürel alanda gelişmiş ancak medeniyet alanda geri kalmış bir toplumun medeniyet alanında gelişmiş ancak kültürel alanda geri kalmış bir toplumu yenebildiğini tarihi tecrübelerle öne sürer.
Bu çerçevede, Gökalp’e göre kültür, medeniyete üstün gelir. Çünkü medeniyetsiz de olsa kültüre sahip olan bir millet sağlamdır. Buna karşılık, kültürsüz medeniyete sahip bulunan bir millet de hastadır. O halde, bir milletin kültürü ile medeniyetini dengede tutması gerekir.

İslamlaşma, Türkleşme ve Çağdaşlaşma Üçlemesi

Ziya Gökalp’in neden Türk Milliyetçiliğini Osmanlı Devletinin kurtuluş yolu olarak gördüğüne değinilmişti. Gökalp, Türk Milliyetçiliğini esas almasına karşın dönemin diğer düşünce akımlarına da sırt çevirmez, aksine onları da Türk Milliyetçiliğinin unsurları arasında sayar.

  

Osmanlı'nın son yüzyılına, Yusuf Akçura'nın deyimiyle, esasen 'üç tarz-ı siyaset' arasındaki tartışmalar hâkim olmuştu. Bunlar, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüktü. Ziya Gökalp de “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” eserinde bu tartışmalara girerek  bunları “ üç akım” adı altında incelemiştir. Ancak Akçura’dan farklı olarak Osmanlıcılığı analiz dışı bırakmış ve onun yerine çağdaşlaşma akımını tartışmaya açmıştır.



Gökalp, eserinde bu üç akımı şu cümlelerle özetler:  Ülkemizde üç düşünce akımı vardır. Bu akımların tarihi incelenirse görülür ki, mütefekkirlerimiz, önce muasırlaşmak gereğini hissetmişlerdir. III. Selim’den sonra başlayan bu temâyüle inkılâptan sonra İslâmlaşma emeli katıldı. Son zamanlarda ortaya bir de Türkleşme cereyanı çıktı”. “Muasırlaşmak fikri, mütefekkirlerce esaslı bir kural sayıldığı için belirgin bir yayıcısı yoktur. Her dergi, her gazete bu fikrin az-çok savunucusudur.” “İslâmlaşmak fikrinin savunucusu “sırat-ı mustakim”, Türkleşmek fikrinin savunucusu ise, “Türk Yurdu” dergileridir (Gçkalp,1979:1).



 Ziya  Gökalp’in bu üçlemeyi tartışmaya açmasının, kendi dönemindeki fikri akımlarını incelemenin ötesinde bir amacı olduğunu söyleyebiliriz. Gökalp bu üç akımı tartışarak bir taratan üçlemeden sentez oluşturma çabasında diğer taraftan bir strateji oluşturma niyetindedir.



Gökalp’e göre “İslamlaşmak”, “Türkleşmek” ve “Çağdaşlaşmak” arasında bir çelişki yoktur. Tam tersine, bu üç kavram birbirlerini tamamlamaktadır. Bu tezini “…Ve dikkat edilirse her üç akım da bir ihtiyaca binaen doğmuşlardır”. “...Türklükle, İslâmlık biri milliyet, diğeri beynelmilliyetin mahiyetlerinde oldukları için aralarında hiçbir çatışma yoktur. Ayrıca bunlarla muasırlaşmak arasında da bir çatışma yoktur. Bunlar, bir ihtiyacın üç muhtelif safhalarıdır.(Gçkalp,1979:11-12.)  Bu itibarla ‘muasır bir İslâm Türklüğü’ ibda etmeliyiz ” ifadesiyle açıklayan Gökalp, “muasır bir İslam Türklüğü” sentezini ortaya atar (Bora,2009:115). Gökalp ortaya attığı  “muasir İslam Türklüğü” kavramını “bugün Türk milleti Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine, Avrupa beynelmileliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir” cümlesi ile ifade eder  (Gökalp,1976:13).

Dönemin üç akımının birbirini tamamladığını düşünen Gökalp, kültürel düzlemde Türklük fikrini savunurken uygarlık düzleminde Batıcılığı önerir. Gökalp’e göre Batı uygarlığı Doğu uygarlığının yerini almıştır. Türklerin de Batı uygarlığında kendi yerlerini almaları gerekmektedir. Gökalp’e göre Doğu uygarlığı içinde sayılan Osmanlı uygarlığı ister istemez çökecektir. Türkçülerin görevi de Batı uygarlığını alıp milli kültüre aşılmaktır.  Gökalp’e göre Tanzimatçılar Osmanlı Devletini Batı uygarlığı ile uzlaştırmaya çalıştılarsa da sonuç alamamışlardı, almaları da mümkün değildi. Zira Doğu uygarlığından kopmadan Batı uygarlığına geçiş olmazdı. Gökalp’a göre “İki dinli bir birey olmadığı gibi iki uygarlıklı bir millet de olamaz”, dolayısıyla, Doğu uygarlığı tümüyle bırakılmalı ve Türk ve Müslüman kalmak koşuluyla Batı uygarlığına geçilmelidir (Gökalp, 2007:39).

Ziya Gökalp İslam dininin toplumdaki yerini itikad ve vicdani bir alan olarak tanımlar. Gökalp'e göre dinin alanı, inanç ve ibadet alanıdır. Bunun içindir ki, İslam'da sadece inanç ve ibadet alanı ile ilgili şartlar mevcuttur. Diyanî hükümlerle kazaî hükümler aslında birbirlerinden ayrı alanlar oluşturmalarına rağmen, bunlar, daha sonra fakihler tarafından birleştirilmiş ve dinin geleneği haline sokulmuştur (Günay,1998:.232-233). Ayrıca O’na göre, temelde, İslâm dini ile ne modern bilim ve medeniyet ne de modern toplum tipi olan millet arasında bir tezat ya da uyuşmazlık asla mevcut değildir. Çünkü Gökalp’e göre İslâm dini, gerçeklik hükümlerinde ‘aklı’, değer hükümlerinde ise, ‘örfü’ esas almıştır. Bu nedenle o, tüm zamanlara ve bütün milletlere uygulanabilir(Günay,1998:.231). Gökalp dinin modern zamanlardaki biçimlenmesinden ve sosyal işlevlerinden bahsederken Durkheim’den esinlendiği açıkça fark edilmektedir. O'na göre, toplumsal iş bölümü ve sekülarizasyon sonucu din, kendi öz alanı olan vicdan alanına çekilmelidir. Bu çekilme, dinin toplumsal öneminin ortadan kalkması anlamına gelmez. Tersine din, iş bölümü ve uzmanlaşma sonucu bölünen toplumun bütünleşmesinde en temel faktörlerden biri olarak önemini korumaktadır (Günay, 1998 :.228). Din, bu toplumsal yapıştırıcılık görevini daha fonksiyonel olarak yerine getirebilmesi için toplumsal bünyeye uyum sağlamalıdır.

Ziya Göklap’ın Sosylojisi

Sosyoloji,  kavram olarak Fransız sosyolog  Auguste Comte ( 1798 -  1857), tarafından ortaya atılsa da Herbert Spencer, Karl Marx, Ferdinand Tönnies, Émile Durkheim, Vilfredo Pareto, ve Max Weber’ın  çalışmalarıyla bir bilim dalı olarak ortaya çıkabilmiştir. Avrupa’da giderek gelişmekte olan sosyolojinin önemi Osmanlı aydınları tarafından da anlaşılmıştı. Bu doğrultuda Ziya Gökalp ve Prens Sabahatttin’n çalışmaları dikkate değerdir. Ziya Gökalp akademik sosyoloji öğrenimi görmese de kendini bir sosyolog olarak yetiştirmeyi başarır. Gökalp aslında Osmanlı’nın karşılaştığı sorunları, çıkışı yollarını ve var olan durumu daha iyi anlamak için sosyolojiye yönelmiştir (Gökalp, 1976:48-48).

Gökalp’ın sosyolojik çalışmalarında çözümlemeye çalıştığı bazı sorusalların olduğu anlaşılır. Gökalp, “Sosyal gerçeklik nedir?” “Toplumu hareketlendiren kanunlar nelerdir?” “Mefküre nedir ve toplumsal süreçleri nasıl etkiler?” gibi sorulara yanıt arar. Başlangıçta Fransız filozof Alfred Foulille’nin etkisinde kalmasına rağmen, Gökalp bu soruların yanıtı Emel Durkheim’in çalışmalarında bulur ve kendi sosyolojik çalışmalarını Durkhaim tezleri çerçevesinde şekillendirir (Heyd, 1980:34). Durkheim sosyolojisinin iyi bir okuyucusu ve takipçisi olan Gökalp, bu ekolün etkisiyle Türk Sosyolojisinin temelini atmıştır. Gökalp’ın sosyolojik düşüncesinin metodolojik olarak pozitivist ve tümüyle ampirik yaklaşımı, deneysel yöntemi, bir başka deyişle, tümevarım şeklinde akıl yürütmeyi esasında oluştuğu söylenebilir.


Gökalp de tıpkı Durkheim gibi bir toplumsal gerçekliğin varlığına inanır ve bunun bireylere, psikolojik ve metafizk olgulara indirgenerek açıklanamayacağı savından yola çıkar. Toplumsal gerçeklikler genel (herkesi kapsayıcı), dışsal (insanlarına dışında) ve dayatmacıdır. Gökalp’e göre toplumsal gerçekler belli kanunlar çerçevesinde hareket ederler. Bu kanunlar ise öğrenilebilen kanunlardır ve bu kanunları sosyoloji ortaya çıkarmaktadır. Toplumsal kanunları bilen sosyologlar toplumu nasıl ve nereye doğru hareket ettireceklerini çok iyi bilirler. Dolayısıyla, toplumsal dönüşüm süreçlerinde sosyologlara büyük ihtiyaç vardır (Gökalp, 1976:48-48). Gökalp’in sosyoloji anlayışında da sosyoloji, genel medeniyetleri ve kültürleri karşılaştırarak toplumların ve kurumların tabi oldukları kanunları bulmak ve toplumlara istenen yönü vermek açısından çok önemli bir misyona sahiptir. O’na göre, dahiler sezerek, sosyologlar da toplumsal kanunları bilerek bir milletin gelişmesinde başat rolü üstlenirler.

Gökalp sosyolojisinin kilit kavramları “mefkure (Ülkü)” ve “hars (kültür)” tır. Gökalp’e göre insanlar toplumun normal süreçlerinde çıkarcı ve bencil varlıklardır. Bu bencil ve çıkarcı varlıklar buhranlı dönemlerde değişerek fedakar, cesur ve kendini topluma adayan varlıklara dönüşürler (Gökalp,1982:44-45). Gökalp buhran dönemlerinde insanları değiştiren bu güce “mefkure” adını verir. Bu açıdan bakıldığında mefkure toplumun kendini bulması, tanıması ve bilinçlenmesi anlamına gelmektedir. Toplumlar böyle zamanlarda kimliğini, menşeini, mahiyetini anlar ve görevlerinin farkına varır (Heyd, 1980:35). Söz konusu farkındalık ferdi ve toplumu dönüştürür. Farkındalık noktasına ulaşan ferd, beşeri seviyeden (fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçtan) şahsiyet sahibi bir insana dönüşür. Nihayet bu toplumsal farkındalık umumi ve milli dayanışma ruhunu doğurur. Gökalp’e göre mefkure şekillendikten sonra buhranlı dönem geçse de “yaktığı ateş sönmez” . Çünkü buhranlı süreçlerde mefkure toplumun fertleri tarafından içselleştirilmiş ve fertleri içten yönetecek bir noktaya ulaşmıştır. Gökalp’a göre mefkure toplumsal bir olgudur fertlere indirgenerek yorumlanamaz (Gökalp,1982:46).  Mefkure toplumun bütün faaliyetlerini yöneten gizli bir güçtür. Fakat mefkûre belli bir toplumsal temele dayanmak zorundadır, yani ferde toplumun dışında değerler icat edemez.

Gökalp’ın sosyolojik düşüncesinde “hars” mefhumunun da önemli bir yeri vardır. Çünkü hars, mefkureyi besleyen kaynaklardan biridir.  “Hars, bir milletin dini, ahlaki, hukuki, mukalvelevi, bedii, iktisadi ve fenni hayatlarının ahenkdar bir mecmuasıdır.” Gökalp’in bu tanımı aslında kültür tanımıyla bir ölçüde benzeşmekle birlikte farklılık gösteren bir yanı da vardır. Gökalp hars mefhumundan bahsederken uyum ve ahenk üzerinde vurgu yapmaktadır.Bu yolla  Gökalp, aslında hars kavramıyla kültür kuramını aşmaya çalışmış ve kültürel hayatın daha uyumlu ve ahenkli düzeyini kastetmiştir. Başka bir ifade ile hars daha ideal ve ulaşılması gereken yüksek bir nokta olarak anlaşılabilir (Nirun,1981:136-137).

Gökalp sosyolojisinde toplumsal dayanışma ve buna paralel olarak evrimci yaklaşım önemli yer tutmaktadır. Toplum ahlaki dayanışma kuran insanlar grubudur. Dayanışma ise iki çeşittir. İlki, inançlar ve duygular benzerliğini kapsayan dayanışma biçimidir ki, Gökalp buna mekanik dayanışma der. İkincisi ise toplumsal işbölümünün ürünü olan organik dayanışmadır. O’na göre, mekanik dayanışma, inançlar ve duygulardaki benzerliğin; organik dayanışma ise ustalık ve yeteneklerdeki benzerliğin sonucudur. Mekanik dayanışma, fertleri bir toplum canlısının hücreleri; organik dayanışma da uzmanlaşmış organları şeklinde açıklar. İlkel toplumlarda sadece mekanik dayanışma hakimdir. Çünkü toplum işbölümü, cinsiyet ve yaş farklılaşmasından ibarettir. Toplumsal işbölümü ya hiç yoktur veya henüz başlangıç halindedir. Durkheim’de olduğu gibi, Gökalp’de de toplumların evrimi mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya doğrudur (Gökalp,1980:27-28). O, organik dayanışmanın gerçekleştiği toplumları millet olarak kabul ederken yeryüzündeki bütün toplumların bilimsel sınıflandırılmasını da yine bu ölçüye göre değerlendirmektedir.


Ziya Gökalp sosyolojisinde halk ve aydın arasındaki ayrımım da bir yeri vardır. Gökalp, aydınların tehzibe (işlenmiş kültür) sahip olduklarını, halkın da kültüre sahip olduğunu belirtir. Bu düşünceye göre halk kültürün, aydınlar ise medeniyetin temsilcisidir. Bir milletin gelişmesi için de işte, bu halk kültürünün yüksek kültürle işlenilmesi gerektiğine inanır. Bunu da aydınlar halka eğilerek yapacaktır.


Sonuç v Genel Değerlendirme

Gökalp’ın temel gayesinin,  teorik ve düşünsel çalışmalarının merkezinin Türk kimliğine dayalı bir ulus inşası olduğunu söyleyebiliriz. Gökalp’ın  kültür, uygarlık, tarih ve sosyoloji çalışmalarının odağında uluslaşma  zorunluluğu, sınırları ve ulusun iç özelliklerinin tanımlanması durmaktadır. Gökalp, uluslaşmayı çağdaş dünya  düzeyine ulaşmanın tek yolu olarak görmektedir. .

Gökalp’in çalışmaları esasen iki ayrı düşünce tarzı çerçevesinde ortaya çıkmaktadır. Bu iki ayrı düşünce tarzı kimi noktalarda örtüşse  de  çoğunlukla birbirini dışlamaktadır. Gökalp bir taraftan bir ideolog misyonu yüklenirken diğer taraftan sosyolojik düşünce tarzını yitirmek istememektedir. Geliştirdiği kavramlar, tarihsel incelemeleri ve  kuramsal dünyası bu ikili yapıyı göstermektedir. Çalışmaları dünyayı anlamaktan çok  değiştirmeye yöneliktir. Antinio Gramsci’nin “organik aydın” tipine uygun bir düşünür olan Gökalp, çalışmalarını Türkü ulusu oluşturmaya odaklamış, seçtiği ve yeniden tanımladığı kavramlardan bu yönde istifade etmiştir.

Gökalp’ın çalışmalarındaki bu ikilik, belki de en çok onun sosyolojik  eserlerine olumsuz yönde yansımış ve onun kuramlarının tutarlılığını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Gökalp’ın sosyolojik çalışmalarında Durkheim’ın görüşlerini esas alsa da bir çok noktada kendi sosyolojik görüşleri ile ters düşmüştür. Gökalp’in tarihi ve toplumsal değişim süreçlerini kültür ve mefkureye dayanarak yorumlaması aslında daha ziyade Max Weber’in görüşlerini yansıtmaktadır.

Gökalp’ın kültür ve medeniyet ayrımının da sorunlu bir yanı olduğu görülüyor. Alman kültür ve medeniyet çalışmalarından esinlenmiş olduğu anlaşılan bu görüşe dayanarak Gökalp’in içe içe olan bu ikili olguyu sert çizgilerle ayırması, kültür ve medeniyet arasındaki diyalektik ilişki yerine medeniyeti edilgen bir pozisyona itmesi ciddi soru işaretleri taşımaktadır.  

Son olarak Gökalp, Türk kimliğini etnisite ve ırka dayandırarak tanımlamayı açıkça reddetmekte ancak Türk kimliğini türdeş ve bütünsel olarak görmekten kaçamamaktadır. Farklıkların uluslaşma süreci içinde eritilerek türdeş bir milli kimliğin inşasını hedeflemektedir.  



 
KYANAKÇA


Gökalp, Ziya. (2007). Türkçülüğün Esasları, İnkılap Yayınları, İstanbul.

Gökalp, Z. (1976). Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.

Gökalp, Z. (1976). Makaleler I, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.

Gökalp, Z. (1977). Makaleler III, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.

Gökalp, Z. (1980). Makaleler IX, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.

Gökalp, Z. (1982). Makaleler XII, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.

Gökalp, Z. (1976).Türk Medeniyeti Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.

Gökalp, Z. (1975).Türk Ahlakı,  Türk  Kültür  Yayınları, İstanbul.

Bora, Tanil. (2009). Türk Sağının Üç Hali, Birikim Yayınları, İstanbul

Heyd, Uriel. (1980). Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, (çev: cemil Meriç), Sebil Yayınları İstanbul.

Nirun,Nihat. (1981). Sistematik Sosyoloji Açısından Ziya Gökalp, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul.

Muhammetdin, Rafael. (1998) Türkçülüğün Doğuşu ve Gelişimi, Türk Dünyası Araştırması Vakfı, İstanbul.

Nüzhet ,Ali. (1931).  Ziya Gökalp’in Hayatı ve Malta Mektupları, İstanbul,

Kongar, Emre. (1982). Türk Toplumbilimcileri-I, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul.

Günay, Ünver, (1998). Din Sosyolojisi, İnsan Yayınları, İstanbul .

Yıldız, Ahmed. (2004). “ Ne Mutlu Türküm Diyebilene”, İletişim Yayınları, İstanbul.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Osman Turan ve Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi

Arif Keskin Osman Turan’ın Türk milliyetçiliğinin düşünsel gelişiminde, Ziya Gökalp veya Yusuf. Akçura gibi belirleyici olmasa da, kendine özgü bir rolü vardır. Türk milliyetçiliği içinde Turan’ın bu özgünlüğü, bir taraftan Türk cihan hakimiyeti düşüncesine tarihsel, kültürel, toplumsal ve felsefi temeller araması, diğer taraftan da genellikle toplum ve tarihe, özellikle de Türk tarih ve toplumuna dinsel bir çerçeveden bakmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. Turan’ın toplum ve tarihe dinsel yaklaşımı, onun Türk milliyetçiliği içindeki milliyet-muhafazakar geleneğin en tipik ve olgun örneği noktasına getirmektedir.   Elinizdeki çalışmanın hedefi Osman Turan’ın milliyetçi-muhafazakar portresinin genel hatları ile betimlemeye yöneliktir. Bu doğrultuda, Turan’ın hayatına genel bakışının ardından onun Türk cihan hakimiyeti mefkuresi, tarih, din, laiklik ve topluma dair görüşleri incelenecektir. Osman Turan’ın yaşamı Osman Turan, 1914 yılında Trabzon'un Çaykara ilçesine bağlı S

Fars Mlliyeyçiliyinin Üç Üzü

Arif Keskin 1997-ci ildə Xatəminin iqtidara gəlməsindən sonra dini cəmiyyət təəssüratı oyadan İran ictimaiyyətində daxili narahatlıqların mövcudluıu müşahidə olunmaıa başlanmışdır. Dövlətin içində mövcud olan ziddiyyət və cəmiyyətin açıq şəkildə görünən yeni istək və təmayülləri İranı yenidən tanıma məcburuyyətini doıurmuşdur. İctimaiyyət məşruiyyətini (legitimlik) itirmiş dövləti və öz daxilində qurumlaşmış bütün düşüncələri tənqid və mühakimə etməyə başlamışdır. «İnqilab», «şəddət» və «bir sıra ifratçılıqlar» ölkəsi olan İranda sivil cəmiyyət, demokratiya, islahat, əksəriyyətçilik və dini tolerantlıq meylləri meydana çıxmışdır. Bu ictimayi təbəddülat İslam Respublikası imicinin iflası ilə yanaşı bir sıra ideologiya və fikirlərin çökməsini göstəriridi. Dövlətin məşruiyyət itkisindən sonra İranda yaşayan etnik qruplar da daha ciddi və geniş bir formada siyasi mübarizəyə cəlb edilmişdirlər. Separatçı dalıanın yüksəlişi İranda hegemon olan Fars millətçiliyi düşüncəsini də dəyişməyə məc